BURSA ARENA / Haber Merkezi
ODTÜ Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Ergun Türkcan'ın Odatv'den Okan Ertem'le olan söyleşisi dikkat çekici açıklamalara vesile oldu.
Okan İrtem'in Türkcan'a yönelttiği sorular ve yanıtları şöyle;
Okan İrtem: Ergun Hocam, isterseniz geleceğe ilişkin bir öngörü ile başlayalım. İçinde bulunduğumuz iktisadi durum sizce 2023 seçimi ertesinde kurulacak yeni hükümeti tekrar IMF'li bir kemer sıkma politikası izleme zorunluluğu ile karşı karşıya mı bırakacak?
Ergun Türkcan: Evet. Her ne kadar siyasi iktidar IMF’i temelden sildiğini söylese bile, biz NATO gibi, hala IMF’in hissedarıyız yani içindeyiz. Arap parası çekerek yani emlak komisyonculuğu yaparak Türkiye gibi bir ekonomiyi kimse düzlüğe çıkaramaz. Seçim sonrası IMF’e gidileceğini düşünüyorum. İmkansız görülse bile, iktidar İsrail ile barışmak, Suudiler ve BAE ile hatta Mısır’da Sisi ile anlaşma yolu aramada olduğu gibi stratejik esneklikler gösterebilir. IMF doğal olarak sıkı bir maliye ve para politikası demektir; en az 4 yıl veya daha fazla sürebilir; yadırganmaz.
O.İ.: 2023 sonrasındaki yeni hükümetin izleyebileceği sıkı para politikasının ve mali politikanın şirketler ve yoksul kesimler üzerinde nasıl bir etkisi olacağını düşünüyorsunuz? Şirketlerin bugün olduğu gibi ucuz kredi bulma ve borçlarını döndürme imkanlarının sonuna mı geliyoruz?
E.T.: IMF politikalarının önceliği gelir dağılımını düzeltmek değildir. Zaten temelden bozulmuş olan gelir dağılımı biraz daha bozulacaktır. İktidar şirketlere aktarılan ucuz paranın istihdam yaratarak işçilere dolaylı yoldan refah sağlayacağını söyleyebilir. Herkesin elinde bir cep telefonu varsa, klasik işçi hareketi olmaz, herkes sokağa değil ekranına bakar; ekranları iktidar denetler. Eğer Muhalefet (öyle bir kurum varsa) cep telefonlarına girerse, iktidar tehlikeye düşer. İşçi kadar şirketler de kırılgan bir durumda kalacaktır: IMF faizsiz para vermez ama faizi esnek tutacaktır, alt-yapısı sağlam olmayan, rezervleri kalmamış şirketler de “Abbas Yolcudur.”
"CHP, OKLARIN ÇOĞUNU YİTİRDİ"
O.İ.: AKP'nin iktidarda kalmaya devam etmesi halinde yeni rejimin ya da olası bir iktidar değişikliği halinde CHP'nin mevcut kadrolarının IMF'siz bir iktisat politikası ya da dışarıdan dolar bulma sorununu aşan bir iktisat politikası izleme imkanı var mı? Türk bürokrasisinin mevcut kadroları bu tür bir politikanın izlenebilmesine imkan veriyor mu?
E.T.: CHP, uzun yürüyüşte, 80 yıldır biriktirdiği ünlü (Altı) oklarının çoğunu yitirip artık neo-liberal olduğu için ilk işi IMF’e müracaat etmek olur; eski planlı dönemlerine dönmesi hayaldir. Zaten CHP’nin iktidara gelme ihtimali pek yok. AKP ise “nas” ekonomisinden faiz-fobiyadan sıyrılmadığı, Merkez Bankası yeniden kurulup itibar kazanmadığı sürece uluslararası finans piyasalarının dışında kalır, kredisi “junk” olur. Parasal ekonomiler olduğu sürece faiz de olacaktır; önemli olan para arzı, rezervler ve faiz dengesini ayarlayabilmektir.
Merkez bankaları –aşağıda değindiğim Smithsonian Anlaşması– 1971 sonunda sabit (altına bağlı) kurlardan vazgeçip, paraların değerini piyasalara bırakınca, temel görevleri enflasyon-resesyonla uğraşmağa dönüştü. Ancak Türkiye’de yerli enflasyon döviz kaynaklı olduğu için, Merkez Bankası Liranın değerini de düşünmek durumundadır. İktisat teorisi enflasyon yükselince faizin artmasını ve para arzının kısılmasını öngörür. (İç kanaması olan ağır bir hastaya kan sulandırıcı verilmez; faiz indirimi kanı sulandırmaktır.) “Faiz sebep enflasyon sonuçtur”, deyince, “faiz neyin sonucudur?”, diye sorulur. Ancak ülkede tüm bürokrasi ve Akademia tarikatların, cemaatlerin elinde olduğu için kutsal nas ekonomisi sorgulanamaz. Ama bu IMF’e gitmeyi engellemeyecektir.
O.İ.: Mevcut zorlu dünya iktisadi konjonktürünü ve dışarıdan finansman bulmanın önündeki güçlükleri göz önünde bulunduracak olursak, Türkiye'nin tekrar 30'larda ve 60'larda olduğu türden kamu öncülüğündeki bir iktisat politikasına dönüş yapması sizce mümkün mü? Ya da böyle bir iktisat politikası bugünkü iktisadi dünya konjonktüründe gerçekçi mi?
E.T.: Türkiye tekrar 1930’lar veya 1960’lardaki devletçi-planlamacı politikalara dönebilir mi? Türkiye 24 Ocak 1980 kararlarından sonra kökten değişti; dış piyasalara, finans sistemine bağlandı, boşanmak çok güçtür. Ancak dış dünyada ve tabii ülkede büyük ekonomik-politik depremler olursa, büyük bir savaş, hani herkesin konuştuğu Üçüncü Dünya savaşı çıkarsa neler olur, bilemem. Çünkü planlama yapmak için devletlerin elinde bazı iktisadi kurumlar-yapılar, bürokrasi ve gerçek bir Merkez Bankası mevcut olmalıdır. Sanıyorum o dönemler tüm dünya için bir tarih olmuştur.
Bunları söylerken, toplumsal kalkınmaya yönelik gerçek planlamaya karşı olduğum sanılmasın. Tersine, sadece kâra yönelik neo-liberal bir iktisat modelinin dünyanın başına bela olduğunu, bu tür politikaların, neo-emperyalizmin de gerçek sömürü aracı olduğunu düşünürüm. Söylemeğe çalıştığım, yeni kuşakların “planlama” kavramının çok uzağında kaldığı ve mevcut kadroların da böyle bir düşünce eksersizi olmadığıdır.
BÜYÜK PETROL KRİZİ, 1974 VE DOLARIN DEĞERİ
Fakat şunu hatırlatmak istiyorum: Yaklaşık 50 yıl önce ABD, uzun Vietnam Savaşı nedeniyle büyük dış ödemeler, bütçe ve cari açıkla karşılaştı. Dolar, Bretton Woods Sisteminde, 1945’de, altına bağlandığı için 1970’lerde artan talebi karşılamak için uluslararası likidite yaratmak yani altın karşılığı dolar sürmek için FED’in elinde fazla bir imkan kalmamıştı. Avrupa’da Eurodolar vb. icat edilmiş; IMF ise Özel Çekme Hakları ile (SDR=Special Drawing Rights), benzer türevlerle likidite yaratsa da talep karşılanamıyordu. Bu sadece dolar sıkıntısı ötesinde, tüm paraların dolara bağlanması (pegging) dolayısıyla dünya ekonomisini de sıkıştırıyordu.
Başkan Nixon Ağustos 1971’de doların altınla değişimini durdurdu ve 10 gelişmiş ülkeyle (G-10) Smithsonian’da yapılan anlaşma, Aralık 1971 sonunda doları %8.5 devalüe ettiği (altınının onsu 35’den 38’e dolara çıktı) gibi, diğer paralar da dolara karşı değer kazandı. Bu da yetmedi, altının onsu 42 dolarda seyrediyorken, Şubat 1973’de dolar %10 daha devalüe edildi ve diğer paralarla beraber doların değeri de para piyasasına bırakıldı: Başkan Nixon “altın penceresini kapatmıştı.” Bundan sonra da “sepette yılanlar” diye bilinen tüm paraların birbirlerine göre paritelerinin sürekli değiştiği, eğer grafikle ifade ederseniz bir kutuda birbirine sarmalanmış renkli çizgiler doğdu: Dolar artık temel para (main currency) olmaktan çıkıyordu.
İşte bu yıl, Ekim 1973’de, Mısır, Kanal’dan İsrail’e saldırdı: Yom Kippur savaşı son anda durduruldu; Sina elden gidiyordu. Bunun üzerine, arz kısılarak petrol fiyatları aşırı yükseltildi; Birinci Petrol Krizi denen bu olaya ait fiyat verileriyle yer kaplamak istemiyorum. Zaten, Süveyş 1967’den beri kapalıydı, petrol süper tankerlerle Afrika’nın güneyinden Avrupa’ya, ABD’ye taşınıyordu; fiyatlardaki yükselişin sebebi bu değildi. Ham petrol fiyatını artıranların başında Suudiler, İran Şahı, Venezüella yani OPEC geliyordu. Bu devletler ABD’nin müttefikiydi, ona karşı, ondan işaret almadan tüm dünyayı, iktisadi faaliyeti tarımdan sanayie durduran radikal bir karar alamazlardı.
Bu değeri yerlerde sürünmeğe başlayan doları ayağa kaldırmak için ABD’nin sahneye koyduğu senaryo idi. Çünkü aşırı yükselen petrol fiyatları tüm ülkeleri dolar almağa yöneltmiş; IMF de, bu cari açıkları karşılayacak fonlara sahip olmadığı için, üyelerini özel bankalara, uluslararası finans sistemine yöneltmişti: Petrol satıcıları aşırı para kazanıyor, bunları ABD bankalarına yatırıyor, herkes bu bankalardan yüksek faizle döviz satın alıyor, tekrar petrole veriyor ve çark dönüyordu (recycling). Sonuçta dolar eskisinden daha güçlü hale geldi. Burada kritik nokta gözden kaçmasın: Tüm dünyada petrol sadece US Dollar ile alınır-satılır, başka para geçmez. Saddam bir kez kendi parasıyla satış yapmayı denedi ve öldü. Oysa Putin Ruble ile gaz satışı yaptı, yaşıyor, Çin de, İran da aynı sistemi düşünüyor. Yeni bir uluslararası ödemeler sistemi doğup, SWIFT (yani dolar ödeme sistemini) ikame edebilir mi? Bilemem ama mümkün…
1973 YOM KIPPUR'DAN, 2022 UKRAYNA'YA
Bu 50 yıl önceki olayları niçin hatırlatıyorum? Şubat 2022’de başlayan Ukrayna savaşı ile 1973 Yom Kippur Savaşı arasında bir benzerlik var mı? ABD eski Rusya’yı (SSCB) coğrafyasını parça parça NATO sistemine katıp, üstelik bir karış toprak dahi el değiştirmeyecek sözüne rağmen en sonunda Ukrayna’ya yani Rusya’nın kalbine dayanıp ülkenin savunma reflekslerini harekete geçirmesi ile İsrail’in Kanal’ın Doğu kıyısını ele geçirip yeşil Nil Delta’sına, ülkenin kalbine komşu olup Mısır’ın içine girmesi arasında bir benzerlik aramak çok mu yanlış sayılır?
Petrol fiyatlarını ambargolarla yükselten veya yükselmesine neden olan yine ABD’dir. Elli yıl önce İran Şahı veya Suudiler petrol fiyatını yükseltiyordu; günümüzde Avrupa ülkelerine, “Rus gazı almayacaksınız”, deyince, AB buna hemen, yeni sömürge ruhu ile (zaten Yeni Avrupa-AB, artık ABD’nin ‘Hindistan’ı değil midir?) uysa da, diğer petrol üreticileri arzlarını aynı ölçekte artırmadılar. Daha doğrusu, bu gazı Avrupa’ya getirecek imkanları yoktu. Tabii, tüm fiyatlar arttı ve milli gelir tahminleri düşmeğe başladı; yarı-savaş ekonomisi.
Avrupa Birliği’nin savaş harcamaları (NATO ile aynı matrikste sayılabilir), milli gelirini değil, ABD ‘military-industrial complex’inin, dolayısıyla onun GSMH’nın artışına sebep oluyor. ABD, Çin’e karşı savaşında doları güçlendirmek için Euro’yu zayıflatıyor. Sonuç: Euro daha yüksek kurdan seyrederken, Temmuz 22’de Dolar/Euro paritesi neredeyse eşitlendi. Daha mı iyi oldu? Avrupa Dolar bölgesi eski müşterilerine daha çok ucuz mal satabilir mi? Tabii ki, işçi ücretlerini azaltıp, petrol fiyat artışlarını karşılayabilirse. Rusya da (o zaman SSCB), ilk Petrol Krizi’nden yararlanıp, OPEC üyesi olmadığı halde çok para kazanmış ve bunu Afganistan işgaliyle harcayıp, sonunda kendi çöküşünü hazırlamıştı. Şimdi de, bu ambargo ile daha fazla gaz parası geliyor. Acaba iki hasım yaptıkları hatalardan ders almışlar mıdır? Göreceğiz.
ERGÜN TÜRKCAN KİMDİR
1940'ta Muğla'da doğdu. İlk ve orta öğreniminden sonra, 1962'de, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu; askerlik hizmetinden sonra yeni kurulan TÜBİTAK'ta Türkiye'nin ilk Bilim Politikası Ünitesi'ne atandı. Bu alandaki ilk profesyonel araştırıcı olan Türkcan, doktorasını İngiltere'de Sussex Üniversitesi, SPRU'da (Science Policy Research Unit) OECD Fellow olarak hazırladı ve 1972'de Ankara Üniversitesi'nden iktisat doktorasını aldı. 1974'te TÜBİTAK'tan ayrılan Ergun Türkcan, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nda, Ankara Belediyesi'nde çalıştı.
Hacettepe Üniversitesi ve Gazi Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak görev yaptı ve 1979'da doçent oldu. 1978-1979'da Devlet Planlama Teşkilatı'nda, İktisadi Planlama Dairesi Müşaviri sıfatıyla Dördüncü Plan çalışmalarına katıldı.
1982'de üniversiteden ayrıldı ve çeşitli şirketlerde çalıştıktan sonra 1988'de yeniden üniversiteye döndü. Önce Gazi Üniversitesi'nde, sonra Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde profesör olan Türkcan, 2007'de emekliye ayrıldı. Yazar, 1993'ten 2003'e kadar, kısmi zamanlı, TÜBİTAK Başkanı Bilim Politikası Danışmanı olarak çalıştı; bu arada 2000-2002 arasında kurumun Bilim ve Teknoloji Politikaları Daire Başkanlığı'na vekalet etti. ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde Science and Technology Policy Studies (STPS) lisans-üstü programında yer alan Bilim ve Teknoloji Tarihi derslerini veren Türkcan'ın bu alanda birçok makale ve tebliğine ek olarak Teknolojinin Ekonomik Politiği başlıklı başka bir kitabı daha vardır.