BURSA ARENA / Haber Merkezi
Amerikan sinemasının eleştirmeyi en çok sevdiği konulardan biri de kapitalizmdir. Modern kapitalizm, genelde zengini zenginleştiren ve fakiri fakirleştiren bir yapıya sahip olduğundan dolayı, çoğunlukla proletarya ve belli bir platformu olan sanatçılar tarafından eleştirilir.
Aaron Cem Behar
Sanat, yüzyıllar boyunca, sanatçıların belli konularda fikirlerini halka iletmelerini sağlamıştır.
Bir tablo sadece seyretmesi güzel olduğu için yapılmaz, bir kitap sadece iyi vakit geçirtmek için yazılmaz. Çoğu zaman, bu eserlerin altında bir anlam vardır. Günümüz toplumunun problemlerinin ve yeniliklerinin halka, farklı bir bakış açısı ile anlatılışıdırlar. Bir ressam, fırçasıyla kederliye mutluluğu anlatırken, bir yazar, kalemiyle yalnıza aşkı anlatabilir. Sinema, birçok sanat formunun birleşimi olarak bazılarına göre fikir ve duyguları ifade etmenin en iyi yoludur. Yazar, yönetmen, oyuncu, görüntü yönetmeni bir araya gelip hemen hemen herkesin, farklı bir anlam çıkartabileceği bir eser yaratırlar.
Amerikan sinemasının eleştirmeyi en çok sevdiği konulardan biri ise doğal olarak kapitalizm. Modern kapitalizm, 19. yüzyılın başından beri, dünyadaki en yaygın ekonomik sistemdir ve dünyanın bir kısmı tarafından övüle övüle bitirilememesine rağmen, dünyanın bir kısmı tarafından çok sert bir şekilde eleştirilmiştir. Genelde zengini zenginleştiren ve fakiri fakirleştiren bir yapıya sahip olduğundan dolayı, bu eleştiren kesimi çoğunlukla proletarya ve belli bir platformu olan sanatçılar oluşturmaktadır.
Kapitalizm ve getirdiği açgözlülüğü ilk eleştiren eserlerden biri, bir film değildir fakat birçok defa beyazperde ve televizyona uyarlanmış, ilk defa 1843 yılında yayınlanmış, Charles Dickens’ın ‘Bir Noel Şarkısı/ A Christmas Carol’ isimli kitabıdır. Bu kitap, açgözlü ve zengin, zenginleştikçe bencilleşen ve etrafındakilerin ihtiyaçlarını umursamaz hale gelen Ebenezer Scrooge’un hikayesini anlatır. Bu tipleme, birçok anti-kapitalist ve açgözlülük karşıtı filmin kullanmayı çok sevdiği ve gerçek hayatta birçok örneği olan bir tiplemedir. Bunlardan en ünlüsü, Martin Scorsese tarafından yönetilen ve 2013 yılında vizyona giren ‘Para Avcısı/ The Wolf of Wall Street’dir. Bu film, gerçek olaylardan esinlenerek 1980’li yıllarda kendi brokerlik firmasını kuran Jordan Belfort (Leonardo DiCaprio)’un servetine servet katışını ve zenginleştikçe, zengini koruyan bir ekonomik sistemin faydalarından yararlanarak hedonistik bir yaşam biçimi sürdürüşünü anlatıyor. Filmde, defalarca Jordan’ın hayatının geri kalanı boyunca rahat geçinebilmek için yetecek kadardan fazla parası olduğu halde hala açgözlü bir şekilde fakir ve cahil bir kesimin güvenini suistimal ederek servetine servet katışını izliyoruz. Bu tutumu, Jordan Belfort’un, açgözlülük denince akla ilk gelen insanlardan biri olmasını sağlıyor.
Kapitalist ve açgözlü patron tiplemesine uyan karakterlerden biride, 1987’de gösterime giren, Oliver Stone ve Stanley Weiser tarafından yazılan ve Stone tarafından yönetilen, Michael Douglas ve Charlie Sheen’in başrollerini paylaştığı ‘Borsa /Wall Street’ filminde karşımıza çıkar. Bu filmde, Michael Douglas’ın karakteri Gordon Gekko, zengin bir yatırımcıdır. Gekko, sık bir şekilde açgözlülüğün iyi bir özellik olduğunu dile getirir ve daima kendi çıkarlarını gözetir. Bu sırada kendi çıkarları uğruna kullandığı ve üstünden iyi bir oranda para kazandığı şirketlerin çalışanlarının, maaşları ve kötü çalışma şartları yüzünden perişan olduğunu görürüz. Filmde bir noktada, Gekko bir monolog ile Amerikan ekonomisinin nasıl işlediğini anlatır. Gekko der ki “Amerika’nın en zengin yüzde biri, ülkenin toplam varlığının yarısına sahip ve bu varlığın sadece üçte biri emekten; üçte ikisi miras kazancı, faiz geliri ve borsa spekülasyonundan gelir.” Toplumun yüzde 99’u çalışırken o, sırf sermaye sahibi olduğu için bu çalışanların üzerinden büyük bir servet edinir. Kendi deyişiyle: "Kapitalizmin en güzel hali."
“Kapitalizm’den zararlı çıkan sadece bu yüzde 99 değildir. Getirdiği açgözlülük, doğayı da çok kötü bir şekilde etkiler.” Bu kötü etkiyi en iyi açıklayan filmlerden biri, Dr. Seuss tarafından 1971 yılında yazılan Lorax isimli kitabın film versiyonudur. Birçok Dr. Seuss eseri gibi, Lorax’ta ciddi bir problem, bir çocuğun anlayabileceği bir şekilde anlatılmıştır.
Filmin başında, Lorax karakteri der ki, “Bu hikaye, sadece görünenlerle sınırlı değildir.” Film, ağaçların kaybolduğu ütopik bir şehirde geçer. Bu şehirde ağaçların eksikliğinden dolayı hava bile para ile satılmaktadır ve bu havayı satan adam, aynı zamanda şehrin belediye başkanı, açgözlü iş adamı Bay O’Hare’dir. Bay O’Hare, ağaçların yok oluşundan sonra kurulan bu yapmacık şehrin halkından gerçeği saklar. Aslında, yıllar önce, kendisi gibi açgözlü bir iş adamı, bütün bölgenin ağaçlarını, çok satan bir kumaşı üretebilmek için kesmiştir.
Bu sırada, kendisi zenginleşirken, çevresi, kötü bir hal almıştır. Fabrikasının atıkları yüzünden nehirler, doyumsuzca kestiği ağaçların eksikliği yüzünden hava kirlenmiştir. Bu sırada neşeli şarkıları ve sözde yaptığı hayırseverlik, herkesin onu sevmesini ve şirketine iyi bir gözle bakmasını sağlamıştır. Fakat sonunda, son ağacı kesmiş ve artık hammadde üretemeyecek hale gelmiştir. Böylece yavaş yavaş ünü ve parası bitmiştir. Bir hiçe dönüşmüştür ve pişmandır fakat yaptığı zararı geriye almanın bir yolu yoktur. Doyumsuzluğundan herkes zarar etmiştir. Bu hikaye ile Dr. Seuss, eğer kapitalizmi kontrol altına almazsak başımıza gelebilecekleri bize anlatıyor. Aynı zamanda, filmde temiz havanın ücretli oluşu ile, birçok şirketin insanların en temel ihtiyaçlarından bile gelir elde etmeye çalışmasını eleştirmiştir.
İçinde bulunduğumuz kapitalist sistem sadece Amerikan sineması tarafından eleştirilmemiştir. Son yılların en çok konuşulan, ödül üstüne ödül alan, Güney Kore’de 2019 yılında çekilen ve Bong Joon-ho tarafından yönetilen Parazit, bu konuda bize ilginç bir bakış açısı sunar. Kapitalizmin sebep olduğu sınıf ayrımına konsantre olan bu filmde zengin Park ailesi ve fakir Kim ailesi ile tanışırız. Fakir ailenin üyeleri, zengin ailenin evinde iş bulurken, zengin aileye yaklaşırken, zengin ile fakir için hayatın nasıl farklı olduğunu bizlere gösterir. Fakir aile, yerin altında küçük bir dairede oturuyordur ve yerüstü ile tek bağlantısı, küçük bir penceredir. Zengin aile ise doğal olarak kocaman bir evde yaşıyordur. Bir sahnede, yağmur yağarken, fakir aile, zenginlerin evinin içinden yağmuru keyifli buluyorken, eve döndüklerinde fark ederler ki, aynı yağmur kendi evlerinde onları yer üstüne bağlayan açık pencereden girip evin su basmasına sebep olmuştur. Filmin sonunda, baba, bir olaylar serisi sonunda zengin ailenin babasını öldürür ve polisten saklanabilmek için artık yeni bir zengin ailenin oturduğu evin bodrum katına sığınmak zorunda kalır. Oğlu, babasının özgür kalmasının tek yolunun, o evi satın alabilecek kadar para kazanması olduğunu düşünür ve böyle bir hayal kurar.
Bu tip hayaller, kapitalizmi ayakta tutar, çünkü halk, kendileri için böyle bir hayatın mümkün olduğuna inanmaz ise, hayal kurmaz ise, kapitalist sistemin keyfini çıkaranlara karşı ayaklanır. Bu tabi ki de bu tip hayaller gerçek olamaz anlamına gelmez, ama kapitalizmin bu hayallerle beslendiği, bu hayaller olmadan ayakta kalmakta zorluk çekeceği anlamına gelir. Aynı zamanda, Jordan Belfort gibi insanlar, halkın bu hayallerini kendi kazançları için kullanır. Kim Ailesinin evindeki pencere de bu hayalleri sembolize eder. Kim Ailesi, o pencereden dışarı bakıp hayal kurarken, yağmur gelip aynı pencereden bu hayalleri yerle bir etmiştir. Sürdürülebilinir büyümenin önemli bir tartışma konusu olduğu günümüzde kapitalizm eleştirisi hiç kuşkusuz birçok yeni filme ilham verecektir.
Şalom