BURSA ARENA / Haber Merkezi
Ruben Östlund’un sosyal hiciv filmi ‘Huzur Üçgeni’ ile Altın Palmiye kazandığı yarışmada, Kore Eda Hirokazu’nun ‘Broker’inin hakkı yendi. İsveçli Östlund böylece Cannes tarihinin ‘Çifte Altın Palmiyeli Yönetmenler Kulübü’nün dokuzuncu üyesi oldu. Belçika sineması ilk kez üç filmle ödül listesine girme başarısını gösterdi. Belçikalı Dardenne Kardeşler ve Lukas Dhont Cannes’dan yine ödülle ayrıldılar.
75. Cannes Film Festivali, yarışma filmleri seçkisi açısından geçen yıllara kıyasla, kalite bakımından sönük geçti. Yıllardır bir ödül törenini heyecan duymadan beklediğim ilk festivali yaşadım. 21 filmlik ana yarışmada bir başyapıt veya bir keşif filmi yoktu. Altın Palmiye Ödülü için de büyük bir çekişme yaşanmadı.
Ödüller açıklanınca Vincent Lindon başkanlığındaki jüri heyetinin, iki ödülü dört film arasında paylaştırıp, 75. Festival Özel Ödülü adı altında ek bir ödül oluşturduğu ortaya çıktı. Böylece Altın Kamera ve Kısa Metraj Altın Palmiye Ödülü dışında, ana yarışmanın 10 ödülünü almak üzere 12 sanatçı sahneye davet edildi. Herkese mavi boncuk dağıtma politikası güden jüri, ana yarışmadaki filmlerin yarısını ödüllendirmiş oldu.
Bu pek rastlanan bir durum değildi. Bu ödül furyasında jürinin yarışmanın en iyi 3- 5 filminden biri olan, Kirill Serebrennikov’un ‘Çaykovski’nin Karısı’nı ödül listesi dışında bıraktığı belli oldu. Bence Altın Palmiye’yi hak eden film, Kore Eda Hirokazu’nun ‘Broker’i idi. Filmin Güney Koreli efsane aktörü Song Kang Ho‘ya En İyi Erkek Oyuncu Ödülü verilince, festival kuralları gereği bir filme iki ödül verilemediği için, Ruben Östlund’un ‘Triangle of Sadness / Hüzün Üçgeni’nin önü açılmış oldu.
ÖSTLUND’UN İKİNCİ ALTIN PALMİYE’Sİ
Beş yıl önce ‘Kare / The Square’ ile sürpriz bir Altın Palmiye Ödülü kazanan İsveçli yönetmen ikinci ödülüyle ‘çifte Altın Palmiye Ödüllü Yönetmenler Kulübü’nün dokuzuncu üyesi oldu. Multimilyonerleri ağırlayan son derece lüks bir gemide başlayan film, geminin batmasıyla ıssız bir adada devam ediyor. Siyasi taşlama ustası Östlund, kışkırtıcı sinemasıyla hiyerarşinin altüst olduğu, sınıfların tersine döndüğü bir film yapmış. Film, yolcuları arasında Marilyn Monroe ve Frank Sinatra’nın da bulunduğu prestijli yat Christina O’da çekildi. Yatın Marksist kaptanını Woody Harelson canlandırdı. TRT’nin de yapımcıların arasında olduğu bu dramatik komedi ve iddialı sosyal hiciv, servetleriyle her şeye ulaşacaklarına inanan zenginleri eleştirerek komik durumlara düşürüyor. Zira ıssız adaya düşüldüğünde milyonerler, becerikli yaşlı bir göçmen kadın personelin emrine giriyorlar.
Tek Türk gazeteci olarak katıldığım ödül töreni sonrası yapılan 3,5 saatlik basın konferansında Ruben Östlund gururla “İlk ödülün tesadüfi olduğunu söyleyenler olmuştu, ikincisi gelince tesadüf bahanesi geçerliliğini kaybediyor” dedi. Cannes Festivali sponsorlarından Chopard’ın tasarladığı, 75. yıldönümü şerefine 75 elmasla süslenmiş Altın Palmiye’siyle gurur duyduğunu gizlemeyen Östlund, ‘Hüzün Üçgeni’nde ‘Kare’den sonra, geometrik isim alışkanlığını sürdürdü. Tıpkı 2017’de yaptığı gibi Östlund ödülünü almak için sahneye çıktığında, aşırı ve abartılı sevinç gösterileriyle tepki topladı. Jüri Büyük Ödülü iki film arasında paylaşıldı: Belçikalı Lukas Dhont kariyerinin ikinci filmi ‘Close’ ile Cannes Film Festivalindeki ikinci ödülünü almış oldu. Altın Kamera Ödüllü ‘Girl’den (2018) sonra, iki yeniyetmenin öyküsünü anlatan ‘Close’ yarışmanın ikincilik ödülünü kazanmış oldu.
Her ikisi de 13 yaşında olan iki okul arkadaşı Léo ile Remi’nin sınırsız arkadaşlık bağlarına odaklanan film, toplumun bu yakınlaşmaya eşcinsel bir anlam yüklemesiyle iki arkadaşın yollarının ayrılmasına yol açıyor. Depresyonunu aşamayan Remi’nin intihar etmesinden sonra, Lukas Dhont Léo’nun yaşadıklarını yüreklere hitap eden bir duyarlılıkla anlatıyor. İki anneyi canlandıran Emilie Dequenne ile Léa Drucker görkemli performanslarıyla Dhont’un mizansenine katkıda bulunuyorlar. ‘Girl’de Victor Polster gibi olağanüstü bir balet- aktörü keşfeden Belçikalı yönetmen, ‘Close’da Léo’ya can veren Eden Dombrine adlı müthiş bir yeteneği sinemaya kazandırırken, bu konudaki keşif yeteneğini sürdürmüş oldu.
Fransız Claire Denis, konusu Nikaragua’da geçen, Panama’da çektiği ‘Stars At Noon’ ile Jüri Büyük Ödülü’ne ortak oldu. Konusu 1980’lerdeki Nikaragua ihtilali sırasında geçen filmde, gizemli bir Amerikalı iş kadını ile dik kafalı bir İngiliz gazeteci, saplandıkları bir yalan labirentinden sıyrılıp Nikaragua cehenneminden kaçmanın yolunu arıyorlar. Ünlü aktris Andie MacDowell’in kızı olan Margaret Qualley, ekrandan hiç eksilmediği 135 dakika süreli filmde başarılı bir kompozisyon çiziyor.
ÜÇ BELÇİKA FİLMİ ÖDÜL LİSTESİNDE
Bu yıl Cannes Film Festivali tarihinde, üç Belçika filminin ödül listesine girmesine ilk kez tanık olduk. Belçikalı Charlotte Vandermees ve Felix Van Groeningen’in müştereken yaptıkları ‘8 Dağ / Le Otto Montagne’ ile Polonyalı veteran yönetmen Jerzy Skolimowskinin ‘EO’ adlı filmi Jüri Ödülü’nü paylaşmış oldular. Ödüllü son Belçikalılar olarak Dardenne Kardeşler ‘Tori ve Lokita’ ile 75. Festival Özel Ödülü’ne layık görüldüler. Üçüncü Altın Palmiyeli ilk yönetmenler olma şansını yakalayamayan Belçikalı kardeşler, Cannes’dan yine boş elle dönmemiş oldular.
Bence ödül listesinin en hak edilmiş ödülü, Mısır asıllı İsveçli yönetmen Tarık Saleh’in ‘Boy From Heaven’ ile kazandığı En İyi Senaryo Ödülü idi. Büyük imamın öldürülmesinden sonra yerine geçecek kişinin seçimi için verilen entrikalı amansız savaşı anlatan film teolojik tartışmalara yol açtı. Saleh iç dinamiklerini çok iyi bildiği bir toplumdaki acımasız nüfuz savaşını, Kahire’nin ünlü bir din üniversitesi aracılığıyla, cesaretle anlatıyor. Saleh ödülü elinde katıldığı basın konferansında “Ali Abbassi ile sürgün hayatı yaşıyoruz. Hürriyet ve demokrasi adına sanatımızı icra etmeye kararlıyız” dedi.
Güney Koreli usta Park Chan Wook ‘Decision To Love’ ile En İyi Mizansen Ödülü’nü kazanınca, Sang Kang Ho’dan sonra Cannes’da ödülle taçlanan ikinci G. Koreli sanatçı oldu. Bir cinayet soruşturmasını gerilimli bir tempoda anlatan film etkileyici mizanseniyle beğeni kazandı. Son yıllarda uluslararası yarışmalarda mizansen ve senaryo dallarında ödüllendirilen Asya sineması başarısını Cannes’da sürdürmüş oldu.
SÜRGÜNDEKİ SANATÇILARA İKİ ÖDÜL
En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü, yine ülkesine dönemediği için Fransa’da sürgün hayatı yaşayan İranlı Zaramir Ebrahimi, Ali Abbassi’nin ‘Holly Spider’daki görkemli performansıyla kazandı. Film, yaşanmış olaylardan yola çıkarak İran’da seks işçilerinin seri halde öldürülmesini konu alıyor. Mükemmel Fransızcası ve İngilizcesiyle ödül sonrası basının sorularını yanıtlayan Ebrahimi “sansürsüz ve gerçeği yansıtan bir film yapmak bizim için önemliydi” dedi.
Jüri Ödülü’ne ‘EO’ adlı filmiyle ortak olan Jerzy Skolomovski teşekkür konuşmasında filminin başrolünü paylaşan Taco, Ola, Rocco ve Mola adlı dört Sardinya eşeğine müteşekkir olduğunu söyleyip, konuşmasını bir anırma çığlığıyla noktaladı. Polonya sinemasının gelmiş geçmiş en büyük ustalarından biri sayılan, 84 yaşındaki Skolimovski’nin üretkenliğini sürdürüp formda olduğunu görmek sevindiriciydi. Filmdeki eşek, dünyayı melankolik ve hayalperest gözlerle izliyor.
Virjini Efira’nın siyah smokin elbisesi içinde büyük zarafetle takdim ettiği Kapanış Galasında şaşırtıcı bir öpüşme trafiği yaşandı. Güzel ve alımlı Belçikalı yönetmen Charlotte Vandermeersch “Tanımadığımız bir ülkede (İtalya’da), bilmediğimiz bir lisanda, zorlayıcı bir coğrafyada, hayattan bahseden son derece hassas ve güçlü bir film yaptık” dedikten sonra, yanında sessizce bekleyen yönetmen Felix Van Groeningen’e dönüp, “seni çok seviyorum” diyerek dudaklarına şehvetli bir öpücük kondurdu.
Arkasından ödül takdim etmek için sahneye çıkan Fransız aktris Carole Bouquet “Ben burada tek başınayım, ama bir öpücüğü hak ediyorum” dediğinde, jüri başkanı Vincent Lindon yerinden fırlayıp Bouquet’yi dudaklarından öptü. Salonda bulunanlar bu ikinci öpüşme şovunu çılgınca alkışladı.
75. Festivalin Kısa Metraj Altın Palmiye Ödülünü ‘The Water Murmurs’ adlı filmiyle Çinli yönetmen Jianying Chen kazandı. Jüri başkanlığını karizmatik Rossie De Palma’nın yaptığı ve ilk filmlerini gerçekleştiren yönetmenlere verilen Altın Kamera Ödülünü, festivalin Belirli Bir Bakış bölümünde yer alan, Riley Keough ve Gina Gammell’in ‘War Pony’ adlı filmi kazandı. Hayakawa Chie’nin 'Plan 75' adlı filmi de Özel Mansiyon ile ödüllendirildi.
Yine ilk kez kamera arkasına geçen iki Fransız yönetmen, Lise Akoka ve Romane Gufret, ‘Les Pires / En Kötüleri’ adlı filmleriyle Belirli Bir Bakış bölümünün En İyi Film Ödülü’ne layık görüldüler. Valeria Golino’nun başkanlığındaki jüri heyeti Jüri Ödülünü Saim Sadiq’in ‘Joyland’ine, Mizansen Ödülünü Alexandra Belc’in ‘Metronom’una, En İyi Performans Ödüllerini Vicky Krieps ile Adam Bessa’ya verdiler. Emin Alper’in ‘Kurak Günler’ ile ödül listesine girmediği Belirli Bir Bakış Bölümünün son ödülleri, En İyi Senaryo dalında Maha Haj’ın ‘Mediterrannean Fever’ine, Coup De Coeur Ödülü Lola Quivoron’un ‘Rodeo’suna gitti.
Açılış ve Kapanış Galalarındaki entelektüel birikimini sergileyen, felsefi ağırlıklı konuşmalarıyla olgun bir jüri başkanı portresini çizen Vincent Lindon’un Cannes yönetiminden şaka yollu bir talebi oldu: “Kültürel yelpazesi geniş jüri heyetinde tek oyum vardı, oy çokluğuyla demokratik kararlar aldık. Birbirimize öylesine alıştık ki yönetimden jürimizin görevini dört yıl daha uzatmasını oy birliğiyle talep ediyoruz.”
Kapanış Galasından sonra yapılan, festivalin mutat ödüllü sanatçılarla yapılan basın konferanslarına katıldım. Cumartesi 22.00’de başlayan, pazarın ilk saatine sarkan basın konferansı, imza meraklılarının çokluğuyla 3,5 saat sürdü. Beş saatlik bir uykudan sonra bu yazıyı uçakta yazdım. Önümüzdeki yazılarda Cannes’daki kulislerde dolaşıp, perde arkası olaylarını anlatacak, festivalin öne çıkan filmlerinin eleştirilerini yazacağım.
Viktor Apalaçi / ŞALOM