Osmanlı topraklarının sahip olduğu büyük imkanlardan Anadolu Türklüğü’nün elinde ne kalmıştır? Bu sorunun cevabını en çarpıcı biçimde Ord. Prof. Dr Ali Fuad Başgil’in hatıraları arasında bulabiliriz:
“Modern harplerin bilhassa bizim gibi geri kalmış milletler için bir felaket olduğu o zamanlar için henüz anlaşılmamıştı. O zamanın, askerlikten ihtilalciliğe dökülmüş şımarık kumandanları, Almanya’dan taşınan su ile Türkiye’de değirmen döndürmeye kalkışmışlardı. Değirmen dönmedi. 18 – 50 yaş arasındaki bütün genç ve dinç Türk nesli mahvolup gitti. Türkiye’miz yalnız bugün değil, öteden beri ehliyetsiz ve şımarık idarecilerin elinde kahrolmuştur.
…..
Pertev Efendi bir gün beni çağırttı: ‘Bölük çoktan beri atıl kaldı. Askerlikte bu doğru değildir. Hava yükselmişken, yarın karşı dağa bir yürüyüş yapacağız. Sabah bölük hazır olsun’ dedi.
Sıtkı haber alınca erkenden doktora koştu. Onunla arası pek iyi idi. Bermutat istirahat kopardı: Sabah bölük hazır yürüyüşe çıktık. Diz boyu kar dağa tırmandık. Hava açık fakat çok sert. Nedense ben çok terledim. Dağda zehir gibi bir rüzgâr. Sığınacak yer, ısınacak ateş yok. Ter üstümde kurudu ve beni üşüme aldı. Dönüşte yol boyunca titredim. Odaya gelir gelmez, bitkin bir halde yatağa serildim. Sanki beni çocukluğumun sıtması tekrar tutmuştu. Üstümdeki çift battaniye az geliyordu. Ortada fersiz fersiz yanan ocağı kucaklamak istiyordum. Hizmet neferimize;
-Aman Mevlüt, ne yap et, şu ocağa kerpiç, odun ne bulursan getir. Sabaha kadar titredim.
Sıtkı, erkenden alay doktorunu aldı, geldi. Doktor güzel keman çalar, fakat hekimlikten anlamazdı. Baktı, yokladı;
-Mühim bir şey değil üşütmüşsün. Dedi. Aspirin, kinin verdi. O gün ve o gece, ertesi gün titreme dinmedi. Doktor tekrar geldi. Ben:
-Doktor, bu benim bildiğim üşütmelere benzemiyor. Kötü bir hastalığın başlangıcı olmasın, siz beni Kolordu merkezine, revire gönderin.. dedim.
Doktor kağıtlarımı yapadursun ben, Keskinli Ali Çavuş’u çağırttım. Ali Çavuş, Yemen’den başlamış, Arnavutluk harekâtını, Balkan harbini yapmış, seferberliğin başından beri de Kafkasların karlı cephelerinde… Mert ve babayiğit bir Anadolu adamı. Kendisine çok güvenir hürmet ederim.
-Ali Çavuş.. dedim. Doktor beni Refahiye’ye gönderiyor, bitkinim, ne yapacak, nasıl gideceğiz?
-Merak etme beyim sen o işi bana bırak. Üç günlük titreme, uykusuzluk, beni bitirmişti. Oturacak, hayvana binecek halim yoktu. Ali Çavuş bana bir cenaze Salı hazırlamış, kuvvetlilerden bir manga asker almış, her şey hazır. Tabur arkadaşlarım toplandılar. Pertev efendi bu hale biraz da kendisi sebep olduğu için üzgündü.
Sal yatak, battaniye donandı. Beni yatırıp sımsıkı örttüler. Dört nefer omuzladı. Başta Ali Çavuş, aslan Mehmetçikler el değiştire değiştire karlı tepeleri indiler. Beni revire getirdiler. Revir, üç katlı, metruk ve harap bir binanın üst katında idi. Baba Ali Çavuş beni sırtladı. Yukarı çıktık. Genişçe bir oda. İçeride, birliklerine iltihak için ayak sürüyen nekahatli beş altı subay. İddialı, gürültülü dört kol iskambil oynuyor. Duvar gibi bir yere portatifi açtık. Mevlüt ‘ben geliyorum’ dedi, kayboldu. Epeyce sonra Mevlüt;
-Beyim, buranın havası bana sarmadı. Karşıda boş bir oda daha var, sobasını yaktım, gel seni oraya götüreyim.. dedi.
Odada bizden başka kimse yok. Mevlüt odun, tahta parçası, eline ne geçirdiyse taşımış. Sobayı kızarıncaya kadar yakmış. Bütün gece iliklerime kadar kızındım. Ertesi sabah iki doktor geldi. Biri misafir bir Musevi yedek subay, önce o baktı hiç tereddütsüz:
-İnkişaf halinde tipik bir zatürre.. dedi. Bunu duyunca gözlerim yaşardı. Tifo, tifüs gibi iki ölümcül hastalıktan, bu üçüncüsü. Bugünkü antibiyotiklerin bilinmediği o devirde, zatürre ölüm hastalıklarından idi.
Doktorlar beni teselliye çalıştılar. ‘Terler, kurtulursun’ dediler. Öyle oldu. On iki gün sonra kendime geldim. Odamda gezinmeye, pencere kenarında oturup, dışarıyı seyretmeye başladım. Pencerenin önü Kolordu hayvanlarının yüklenip boşaltıldığı genişçe bir meydan idi. Bir sürü kadın; havadan fırsat bulunca o meydana geliyor, bir şeyler topluyordu. Ne topladıklarını göremiyor, merak ediyordum. Dışarı çıkmaya başlayınca ilk işim, bunu öğrenmek oldu. Ne göreyim? Topladıkları, hayvan gübrelerindeki erimemiş yem taneleri değil mi? Kadınlardan birine sordum:
-Tavuklara mı topluyorsunuz?
-Tavuk mu kaldı, hey oğul!.. Onları öğütüp çorba, ekmek yapıyoruz.
Nasıl bir sefalet ve felaket içinde bulunduğumuzu bir defa daha anladım.
İşte, bu memleketin evlatları, cephelerde taşlı bulgur, suya peksimet yerken, gerilerdeki anaları da hayvan tersinden yem daneleri toplayıp yediler. Ve bugünkü Türkiye böyle bir milli fedakarlık ve mahrumiyet üzerine kuruldu..”