Sonbahar yarıdan sonrasına devrildi…
Önümüzde bir ay daha olmasına rağmen kış, artık yavaş yavaş bizlere göz kırpmaya başladı…
Şimdi kışı beklerken; pencere kenarında, Bursa‘yı seyrederek yazıyorum yazılarımı…
Maşinga sobanın üzerinde bulunan alüminyum güğümdeki su fokurduyor. Güğüm kapağının kenarından taşan su damlaları, sobanın üzerine düşüyor, arada küçük patlamalarla yok oluyorlar, arada da cızırdayarak buharlaşıyorlar.
Sobanın üstünde kenarda; toprak tencerede pişmiş, kırmızı sulu ve etli kuru fasulyenin kokusu burnuma geliyor, iştahımı kabartıyor.
Odanın ortasına yayılmış sofra bezinin üzerinde bulunan kasnağın üstündeki alüminyum yuvarlak sofrada, iki tabak yığma turşu dolu. İnce ince dilimlenmiş köy ekmekleri piti kareli sofra bezinin üzerine öbeklenmiş.
Maşinga sobada yanan odunların çıtırtıları arada sırada kulağıma gelirken, yanarken çıkardıkları sıcaklık da kemiklerimi dahi ısıtıyor…
Aile erkânı toplandı.
Bu arada pencere önündeki çıkıntıda yanan gaz lambasının ışığına göre; bazen üç metre boyunda devler, bazen de bir metre boyunda cüceler gezip duruyor odanın yerlerinde, duvarlarında ve hatta tavanında… Neyse ki gölge oyunu bitti; herkes, sofranın etrafında yerini aldı. Tabaklar servis için uzatıldı, yığma dolduruldu. Ekmek dilimleri bir ele, kaşıklar da diğer ele alındı.
Başladık vallahi… Bize afiyet olsun…
Kuru fasulyenin sıcaklığı hafiften ağzımı yakıyor, bir de hafiften acılı olmuş ki; acı da hafif hafif yakıyor ağzımın içini. Bir kaşık kuru fasulye attıktan sonra ağzıma, gömüyorum ekmeği, gömüyorum turşuyu… Tabak nasıl boşaldı anlamadım.
Bir tabak daha yiyeceğim tabii ki…
Turşu da nasıl olmuş, biliyor musunuz?
Olmaz öyle şey…
Ağzımın sularını zor topluyorum…
İkinci tabak kuru fasulyeden sonra Maşinga sobanın üstünde kapağı açılan tenceredeki pirinç pilavından, öyle inceden bir buhar yükseliyor ki, sanırsınız büyülü bir manzara seyrediyorum.
Dalmışım; üstünde kuru fasulye gezdirilmiş pilav tabağı önüme gelince ben de kendime geliyorum…
Başlıyorum bu seferde pilavı kaşıklamaya… Arada evde mayalanmış yoğurttan da atıyorum ağzıma… Böyle bir tat yok… Pilav da bitti… Tabaklar boş, bitmiş bir savaş sonrası tarumar olmuş bir muharebe alanı gibi sofra… Geçmiş olsun…
E doydum tabii ki...
Kalktım ellerimi yıkadım geldim.
Dışarısı ayaz…
Maşinga sobanın yanındaki divanın bir kenarına oturdum. Buradan kalkabilme ihtimalimi şimdiden değerlendirmeye aldım. Nasıl bir ağırlık çöktü üstüme, hiç sormayın… Maşinga sobanın sıcaklığı ile üstüme çöken ağırlığı taşıyabilme şansım yok gibi gözüküyor. Biraz sonra; odada kıyamet kopsa, umurumda bile olmayabilir. Vücudum elektriği kesmek üzere, gözlerim karardı, kararıyor.
Odada soba yanmaya devam ediyor, alüminyum güğümdeki su da kaynamaya…
Casur cusur, bana ne…
Birileri bir şeyler anlatıyor, bana ne…
Yemekten sonra uyursan ölürmüşsün, bana ne…
Aman aman değmeyin keyfime…
Değmeyin keyfime de; uyandığımda öldüm ama ben de…
Bilgisayarın karşısındaki koltukta üstüm açık uyumuşum…
Tir tir titriyorum şimdi…
Aslında eski hayatlarımızın üstüne tir tir titremek lazım…
Lazımmış aslında, geldi geçti…
Vallahi, şu gördüğüm rüya da bütün bir hayatımı deldi geçti…
Titremem geçse de, bende mutfağa geçebilsem şimdi…
Menüyü ben istemiştim; tel şehriye çorbası, makarna, cacık…
İnsanın, kendi içinde, kendine acıması olur acık…
Rüya müya Maşinga soba ile daha yeni karşılaştık ama şimdiden çok özledim…
Çok özledim: Maşinga sobayı, kırmızı sulu ve etli kuru fasulyeyi, üzerinde kuru fasulye gezdirilmiş pirinç pilavını, evde yapılmış turşuyu, yoğurdu…
Ve de bize bu güzellikleri sunmuş olan çocukluğumu…
Beraber geçirdiğimiz son bayramda, annemin verdiği mendil, kim bilir nerede şimdi?
Babam gibi söyleyeyim; ‘yok yok ağlamıyorum, gözüme çöp kaçtı..'
İsmail bey çocukluk günlerine götürdün teşekkür ederim. İyi günler.