16 Nisan 2022 tarihinde Atatürkçü Düşünce Derneği Çorum Şubesinin düzenlediği “Köy Enstitüleri ve Dünden Bugüne Eğitimimiz” adlı konferans konuşmam:
Değerli konuklar,
Köy Enstitüleri’nin kuruluşunun 82. yılında hepinizi saygıyla selamlayarak sözlerime başlıyorum. Bir toplumun ilerlemesini sağlayan en önemli unsur eğitimdir. Bir ülkenin varlığını devam ettirmek ve çağdaş ülkeler arasında yer almak için eğitime büyük yatırım yapılması gereklidir. Eğitime yatırım yapmayan toplumlar, karanlıklara doğru sürüklenirler. Eşsiz liderimiz Atatürk’ün dediği gibi; “eğitimdir ki, bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder.” Eğitim yasaları, ülkenin geleceği olan çocukların, çocukluk dönemi ve sonrasındaki gelişimini sağlayacak düzenlemeleri içermesi gerekir. Bunun yanında fırsat eşitliğinin sağlanması ve nitelikli bir eğitimle öğrenilen temel bilgilerin, bilimin ışığında yaşamla ilişkilendirilmesi hedeflenmelidir. Eğer hedefiniz bugün ülkemizde yaşadıklarımız gibi farklıysa, eğitim konusunda geriye gidersiniz.
Osmanlı döneminde kadın, insan sayılmazdı. Tiyatro, opera, bale, müzik, resim, heykel ve spor yoktu. Arkeolojik eserler padişahın izniyle açık açık çalınarak, yurt dışında sergileniyordu. Okuma yazma oranı erkeklerde %6, kadınlarda ise binde altıydı. Okul yaşı gelen her dört çocuktan üçü okula gitmiyordu. Toplam 4894 ilkokul, sadece 72 ortaokul ve 85 lise vardı. Kızların okula gitme oranı çok düşüktü, lisede okuyan 7.500 erkek öğrenciye karşılık sadece 230 kız öğrenci vardı. Öğretmenlerin üçte birinin, öğretmenlik eğitimi yoktu. Üniversite denebilecek sadece darülfünun vardı ve medreseden çok farklı değildi. Darülfünun’da 2.700 erkek öğrenciye karşılık 200 kız öğrenci okuyordu. Ülkede bilim yoktu, İbrahim Müteferrika’dan itibaren 150 yıl boyunca basılan kitap sayısı sadece 417 idi. Bu topraklara kitap gelene kadar, Avrupa’da 3 milyona yakın farklı kitap basılmış ve satılmıştı. Osmanlı’da Meşrutiyetle birlikte eğitim konusuna önem verilmiştir ama uzun yıllar okullarda hangi derslerin okutulacağının ve her derste hangi konuların öğretileceği gibi sadece ders ekleyip çıkararak değişiklikler yapılmıştır. Bugün Osmanlı ile övünenlerin bütün bu gerçeklerden haberi olduğunu sanmıyorum. Cumhuriyet yönetiminin devraldığı durum böyle kötüydü. 1923 yılında yaklaşık 13 milyon olan nüfusun %80’i köyde yaşıyordu ve 40 bin köyün %95’inde okul yoktu.
Mustafa Kemal Paşa, Kurtuluş Savaşı sürerken eğitim konusunda arkadaşlarıyla planlamalar yapmaktaydı. Savaş kazanılsa bile kıtlık içinde bin bir türlü yoksulluk içinde boğuşan Türk halkının bir şekilde kalkınması ve kurulacak yeni cumhuriyetin çocuklarının eğitilmesi çok önemli bir konuydu. Türkiye Cumhuriyeti henüz kurulmadan 15 Temmuz 1921 tarihinde Mustafa Kemal, savaş meydanından gelerek Ankara’da Maarif (Eğitim) Kongresi’ni yönetmiş ve Türk Eğitim Sisteminin temellerini atmıştır. Eğitim sistemimizde önemli yer tutan Maarif Kongresi, okul ve öğrenci mevcudunu belirlemek, bu konuda yapılması gereken çalışmaları planlamak ve eğitime milli bir yön vermek amacıyla toplanmıştır.
Büyük önderimiz Atatürk 22 Eylül 1925 günü Samsun İstiklal Ticaret Mektebi’nde yaptığı bir konuşmada şöyle diyor: “Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, hayat için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında mürşit aramak gaflettir, cehalettir, delalettir”. Atatürk’ün uygulamaya koyduğu ulusal, laik ve bilime dayanan çağdaş eğitim ve öğretim; akılcı, gerçekçi, deneyci, araştırıcı, eleştirici ve yaratıcı bir öze dayanır.
Cumhuriyetle birlikte eğitim felsefesi tamamen değişmiş ve ilerlemecilik ekolüne dayandırılmıştır. İlerlemecilik ekolü yararcı felsefenin eğitime yansımasıdır. Yararcı felsefe, değişimi ve gelişimi amaçlar. Yararcı felsefeye göre gerçeğin esası değişim olduğu için eğitimin de sürekli bir değişim ve gelişim içinde olması gerekir. Yararcı felsefe, tutuculuğa, biçimciliğe, sıkı disipline ve dayatmacılığa kesinlikle karşıdır. Mustafa Kemal’in “iş içinde iş aracılığıyla eğitim” sözleri, benimsediği yararcı felsefeye yönelik vurguyu ortaya koymaktadır.
Genç Türkiye Cumhuriyeti, büyük kurtarıcımız Atatürk önderliğinde her alanda büyük atılımlara imza atmıştır. Cumhuriyetin ilk 15 yılında Kemalist Eğitim anlayışıyla devrimler yapılmış ve büyük adımlarla ülke dönüştürülmüştür. Özellikle Eğitim Birliği Yasası, harf devrimi gibi büyük atılımlar, eğitim sisteminin gelişmesinde etkili olmuştur. Türk Eğitim sisteminde 1924’den başlayarak hazırlanan ve uygulanan bütün eğitim programlarında milli, manevî, ahlâkî, kültürel ve sosyal değerler yer almış, programlar aracılığı ile bireyin, toplumun ve ülkenin gereksinimlerinin karşılanması amaçlanmıştır. Toplumu oluşturan bireyler vatandaşa dönüştürülmeye çalışılmıştır. O günlerin koşullarına göre bilinen bilimsel yöntemlerle geliştirilen, bilimi temel almaya çabalayan programlarla Köy Enstitüleri, Yüksek Öğretmen Okulları ve yaygın eğitim programları ile yurttaşlara ulusal değerler kazandırılması hedeflenmiştir.
Kurtuluş Savaşının kazanılmasının ardından Mustafa Kemal, milli eğitim konusunda bir program hazırlamış ve bu programda dünyaca ünlü eğitimcileri Türkiye’ye çağırarak, ülkemizde bilim yapmalarını sağlamayı düşünmüştür. Cumhuriyetle birlikte uygulanacak yeni eğitim anlayışını temellendirmek ve demokratik topluma uygun yeni öğretmen kadrosunu yetiştirme konularında fikirlerinden yararlanmak üzere Colombia Üniversitesi Profesörü eğitimci John Dewey (1959-1952) Türkiye’ye çağrılmıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Eğitim Birliği Yasası temelinde çağdaş, bilimsel ve laik esaslara dayalı bir eğitim reformu gerçekleştirilmeye çalışılırken, John Dewey gibi uzmanların önerilerinden de yararlanılmıştır.
John Dewey 19 Temmuz-10 Eylül 1924 tarihleri arasında İstanbul, Ankara ve Bursa’da gözlem ve incelemelerde bulunmuştur. Bunların sonuçlarını içeren ilk raporunu Türkiye’den ayrılmadan vermiştir. Bu raporda eğitimle ilgili olarak devlet bütçesine koyulması gereken ödenekleri ele almıştır. ABD’ye döndükten sonra ikinci ve asıl rapor olan “Türkiye Maarifi Hakkında Rapor” isimli otuz sayfadan oluşan raporunu paylaşarak, kurulacak yeni eğitim sistemi hakkındaki önerilerini sıralamıştır. John Dewey izlenimleri sonucu ele aldığı raporda özellikle tarım-ziraat, okuma-yazma, okuma alışkanlığı, kütüphanecilik ve ilköğretim programları gibi konulardan söz etmiş ve okullarının fiziki durumlarının iyileştirilmesi, araç gereçlerin eğitim için yeterli miktarda sağlanması gibi konular üzerinde durmuştur. Eğitimin amaçları ve okul, örgütlenme, uygulama gibi üç temel başlık raporun odak noktasını oluşturmaktadır.
John Dewey’in hazırladığı iki rapor, yeni kurulan bir cumhuriyet için önemli ve idealist bir adımdır. Raporda sunulan başlıklar adeta bir toplumun gelişmesi için demirbaş niteliği taşımaktadır ve Türk Eğitim Sistemi üzerindeki etkisi azımsanmayacak ölçüdedir. Hatta Köy Enstitülerinin kuruluş mantığında da bu raporun doğrudan yansımalarını görmek mümkündür. 1945 yılında ülkemize tekrar gelen John Dewey, Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nü incelemiştir. Bu incelemenin sonunda “Benim düşlediğim okullar Türkiye’de Köy Enstitüsü olarak kurulmuştur. Tüm Dünyanın bu okulları görüp eğitim sistemini, Türklerin kurduğu bu okulları göz önünde bulundurarak yeniden yapılandırması isabet olacaktır” sözleri batı basınında da yayınlanmış ve tarihe geçmiştir. Bu sözleriyle, kurulan bu okullara tüm dünyanın ilgisini çekmiştir. Köy Enstitüleri modeli, Türkiye eğitiminin dünya eğitimine büyük bir armağanıdır. UNESCO, Köy Enstitüleri’nden, “bütün gelişmekte olan ülkelere örnek olacak bir eğitim sistemi” diye övgüyle söz etmiştir.
Eğitim üzerine etkili çalışmalar yapan İsviçreli pedagog Johann Heinrich Pestalozzi (1746-1827), iş ile eğitimi birleştirerek, yoksul köylüyü refaha kavuşturmak istemiştir. Ülkemizde Pestalozzi’nin eğitim yaklaşımının yansımaları da Köy Enstitülerinde görülmektedir.
Okuma yazma oranı sadece %4 olan bir toplum için, eğitim çok önemliydi. Genç cumhuriyetin Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati, 1926 yılında, 4 tane Köy Öğretmen Okulunun açılmasına öncülük etmişti. Köydeki çocukların sadece %20 kadarı okula gidebiliyordu. Bu çocuklardan sadece %1’den daha azı, bir üst kademedeki okullara devam edebiliyordu. Geri kalan çocuklar ise ailelerine yardımcı oluyor, zamanla okuryazarlıklarını da unutuyorlardı. Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1935 yılında yapılan 4. Kurultayı’nda ilköğretimin yaygınlaştırılması amacıyla bazı kararlar alındı. Bunların en önemlisi ilköğretimin yaygınlaştırılması amacıyla, askerliğini çavuş olarak yapan köy gençlerinin, kısa bir eğitimin ardından, kendi köylerinde eğitmen olarak görevlendirilmesi için bir proje uygulamaya konuldu. İlk uygulama Temmuz 1936 tarihinde başladı ve 84 köylü genç Eskişehir-Çifteler’de altı aylık yoğun bir eğitimin ardından köy eğitmeni olarak görevlendirildi. Bu eğitmenler, kendi köylerine verilerek, üç sınıflı ilkokullarda karma, iş eğitimine dayalı, uygulamalı öğretim yapmaya başladılar. Uygulamanın başarılı olması üzerine kursların sayısı arttırıldı, eğitmenlere toprak, tohumluk, fidan ve tarım araçları da verilerek, bulundukları bölgede tarımsal çalışmalara öncülük etmeleri sağlandı.
1937 yılında konu daha kapsamlı olarak ele alındı ve Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan’ın öncülüğünde Köy Eğitmenleri Yasası çıkarılarak Eskişehir-Çifteler’de (1937), İzmir-Kızılçullu’da (1937), Edirne-Karaağaç’ta (1938) (bu okul daha sonra Kırklareli-Kepirtepe’ye taşındı) ve Kastamonu-Gölköy’de (1939) Köy Eğitmen okulları açıldı. Bu okullar 1939 yılında çıkarılan yasayla Köy Öğretmen Okulları adını aldı.
Bu çalışma Hasan Âli Yücel’in 28 Aralık 1938 tarihinden sonra Milli Eğitim Bakanı olmasının ardından daha da genişletildi. Başlatılan yeni programın mimarı, dönemin İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç idi. Köy Enstitüleri’nin ilk çalışma deneyimleri, Köy Öğretmen Okullarında yapılmış ve istenilen verimin alındığı görülmüştü. Bu gelişmeler sonucunda, 17 Nisan 1940 tarihinde Köy Enstitüleri Yasası çıktı. Bu yasa Köy Öğretmen Okullarının enstitüye dönüştürülmesini ve 17 yeni Köy Enstitüsünün açılmasını öngörüyordu. Mecliste Köy Enstitüleri’nin yasalaşması çok tartışmalı geçti. Birçok tutucu, dinci, toprak ağaları; başta Kazım Karabekir, Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü, Emin Sazak olmak üzere halkın aydınlanmasını istemeyen milletvekilleri bu yasaya karşı çıktılar. Yasa mecliste oylanırken red oyu çıkmadı ama 278 kabul oyuna karşılık, 148 milletvekilinin oylamaya katılmaması, yasaya olan tepkinin belirtisiydi.
1940 yılında 10 enstitü daha açıldı: Sakarya-Arifiye, Antalya-Aksu, Balıkesir-Savaştepe, Isparta-Gönen, Adana-Düziçi, Kayseri-Pazarören, Samsun-Akpınar, Trabzon-Beşikdüzü, Kars-Cılavuz , Malatya-Akçadağ. Bundan sonra açılan 7 enstitü Konya-İvriz (1941), Ankara-Hasanoğlan (1941), Sivas-Yıldızeli (1941), Erzurum-Pulur (1942), Diyarbakır-Dicle (1944) Aydın-Ortaklar (1944), Van-Ernis (1948) ise diğer enstitülerde okuyan öğrencilerin yardımlarıyla yapılmıştır.
Karma öğretim sistemine dayanan enstitülerin öğretim süresi beş yıldı. Öğrencilerin ilk üç yıllık başarı düzeylerine bakılarak, en başarılılar öğretmenliğe, geri kalanlar diğer köy hizmetlerine yönlendirilecekti. Okullar aynı zamanda birer tarım işliği, sağlık ocağı olarak işlev görecek, çeşitli tohum ve tarım araçlarının ilk denemeleri buralarda yapılacaktı. Enstitülere alınan öğrenciler, okulun yapım işlerinde ve örnek tarım uygulamalarında da görev aldılar. Derslerde uygulanan metotların özü, öğrencileri çalışmalara yönlendirerek, onlara bilgiyi iş içinde ve iş aracılığıyla öğretmekti.
Köy Enstitüleri, izlediği eğitim metotları bakımından da pedagoji biliminin dikkatle incelediği bir model oluşturmaktadır. Enstitüde okutulan dersler üç gruba ayrılmıştır. Bunlar; %50’si kültür dersleri ve genel bilgi dersleri (Türkçe, tarih, coğrafya, yurttaşlık bilgisi, matematik, fizik, kimya, yabancı dil, öğretmenlik bilgisi, müzik, resim, kitap okuma, tartışma, piyes, gezi, araştırma vb.), %25’i tarım dersleri ve uygulamaları (tarla tarımı, bahçe tarımı, zootekni, kümes hayvancılığı, arıcılık, ipek böcekçiliği, balıkçılık, su ürünleri vb.) ve %25’i de teknik dersler ve uygulamalarıdır (demircilik, tenekecilik, ev ve el sanatları vb.). Enstitülerde yıllık öğrenim süresi 10,5 ay (320 gün), yıllık sürekli izin ise 1,5 aydı (45 gün).
Köy Enstitüleri’ne öğretmen yetiştirmek amacıyla 1942-1943 öğretim yılında Ankara Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne bir Yüksek Köy Enstitüsü eklendi. Köy Enstitüleri’nin en başarılı öğrencileri, öğretmenler kurulu kararı ve sınavla, üç yıllık olan bu okula alındı. Yüksek Köy Enstitüsü, 1947 yılında kapatılana kadar 204 mezun verdi.
1946 yılında çok partili sisteme geçildikten sonra, yeni kurulan Demokrat Parti’nin yoğun eleştirileriyle karşılaşan Köy Enstitüleri bu dönemde bir duraklama sürecine girdi. 1947 yılında baştan beri Köy Enstitüleri’ne karşı olan Sivas Milletvekili Reşat Şemsettin Sirer’in Milli Eğitim Bakanlığı sırasında, eğitim programları köklü değişikliklere uğratıldı ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü kapatıldı. Köy Enstitüleri’nin yönetici ve öğretmenleri değiştirildi, İsmail Hakkı Tonguç görevden alındı. Enstitülerde öğrenciyi merkez alan eğitimden, kültür ve sanat etkinliklerinden vazgeçildi, iş eğitimi, tarım ve teknik eğitimi programdan çıkarıldı.
Cumhuriyet Halk Partisi hükümeti, Köy Enstitüleri’ne yaptığı yanlışlıklardan sonra, 1948 yılından itibaren din konusunda tavizler vermeye başlamıştı. 15 Şubat 1949 tarihinde ilkokullarda seçmeli din derslerinin okutulması, imam hatip kurslarının açılması ve 4 Haziran 1949 tarihinde de Ankara'da ilk ilahiyat fakültesinin açılması kararları alınmıştı. Ancak CHP, gericiliğe ödün vermesine karşın yine de 14 Mayıs 1950 seçimlerini kaybetti. 1950 seçimlerinde iktidara gelen Demokrat Parti önce enstitülerin sağlık bölümlerini kapattı, sonra da 1951 yılında Köy Enstitüleri’nin programını klasik ilköğretmen okullarının programıyla birleştirdi. 1954 yılında çıkarılan bir yasayla da Köy Enstitüleri tamamen kapatıldı. Köy Enstitüleri’nin adı İlköğretmen Okulu olarak değiştirildi. Böylece çeşitli bahanelerle köyün aydınlanmasının önü kesildi.
Yapılan bu önemli eğitim atılımları Atatürk’ün ölümünden sonra yavaşlatılmış, bazı çağdaş atılımlar ise frenlenmişti. Atatürk döneminde yazdırılan başta tarih kitapları olmak üzere okullarında okutulan kitapların yerine 1941 yılında yeni kitaplar yazdırılmıştır. Böylece Kemalist hareketler henüz amaçlarına ulaşma yolundayken, din istismarı da yapılarak devrimlerin önüne engeller çıkarılmış ve Köy Enstitüleri kapatılmıştır.
Köy Enstitüleri, kuruluşundan itibaren Atatürk Devrimlerinin itici gücü olma yolunda hızlı bir yol almış, iç ve dış egemen güçleri korkutmuştu. Köy Enstitüleri’nde kapatıldıkları 1954 yılına kadar 17.341 öğretmen, 8.675 eğitmen, 1.599 sağlık memuru yetişti. Enstitülerden çok sayıda şair, yazar, araştırmacı, eğitimci yetişti. 1935’lerde %20 olan okuma yazma oranı, daha yükseklere çıkarıldı. Köy Enstitüleri’nde 15.000 dönüm verimsiz toprak işlenerek tarım alanı yapıldı. 250.000 ağaç dikildi, 2.500 dönüm sebzelik oluşturuldu, 1.200 dönüm bağ yapıldı. Binlerce büyük ve küçük baş hayvan yetiştirildi.
Ülkemizde eğitim alanındaki devrim karşıtı hareketlerden biri de 27 Aralık 1949 tarihinde imzalanan Fulbright Anlaşması olarak anılan ‘Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması hakkındaki Anlaşma’ ile başlamış ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden 13 Mart 1950 tarihinde geçerek 5596 sayılı yasa çerçevesinde çalışmalarına başlamıştır. Fullbright Anlaşması ile cumhuriyetin eğitim programları üzerinde değişiklikler yapılmış, Atatürk döneminde, Türk Tarih Kurumu tarafından yazılmış kitapların hepsi öğretim programından kaldırılarak, yerine kendi istedikleri şekilde yazılmış tarih kitapları konulmuştur. Böylece çocuklarımız kendi gerçek tarihlerini bilmeden yetiştirilmeye başlanmıştır. Eğitim sistemimiz, sınav odaklı test sistemi haline getirilmiştir. Bunların yanında emperyalizmin yeşil kuşak projesi adına, eğitimde dinselleştirme ağırlık kazanmıştır.
Fulbright Anlaşması, Türk Milli Eğitim sistemini altüst eden, Türkiye’yi parçalayacak alt yapıyı oluşturan ve Atatürk’ün Türk Milliyetçiliği fikir sistemini yok etmeyi planlayan bir anlaşmadır. ABD, Fulbright bürosu, Fulbright komisyonu, Fulbright bursu, Fulbright kredisi gibi çok sayıda isimlerle, sadece Türkiye’de değil, hemen bütün ekonomik ve siyasal işgali altındaki ülkelerde çalışmalarını sürdürmektedir. Bu anlaşmaya göre 4 Türk ve 4 ABD temsilcisinden oluşan Eğitim Komisyonu kurulmuştur. ABD Ankara Büyükelçisi ise bu komisyonun fahri başkanı olmuştur. Oyların eşitliği halinde fahri başkanın kararı belirleyici oluyordu. Bu anlaşmanın tarihinin Köy Enstitülerinin kaldırılması ile aynı zamana denk gelmesi de düşündürücüdür.
Fullbright Anlaşması’nın en önemli özelliği; Türkiye’de kazanılmak istenen Amerikan yanlısı kadroların eğitilme biçiminin saptanması ve bu iş için gerekli giderleri karşılama yöntemlerinin belirlenmesidir. Bu belirlemeler aynı zamanda, ABD’nin Türkiye’ye göndereceği uzman, araştırmacı, öğretim elemanı adı altındaki personel için de geçerlidir. ABD’ye yardım edip işbirliği yapacak, geleceğin Türk yöneticilerini yetiştirmek üzere, ABD’ye götürülecek Türk öğrenci, öğretim elemanı ve kamu görevlilerinin konumları da bu anlaşmayla belirlenmektedir.
Bu anlaşmanın içeriğinde, Milli Eğitim Bakanlığı’nda bugün çalışmalarını etkin bir biçimde sürdüren, personel politikalarından, ders programlarına kadar pek çok konuda stratejik kararlar önerebilen, “Milli Eğitimi Geliştirme” adlı bir komisyon vardır. 1994 yılında 60 personeli olan bu komisyonda çalışanların üçte ikisi ABD vatandaşıydı.
Yalnızca Milli Eğitimde değil, diğer bazı bakanlıklara da, 1949 yılından başlayarak ABD’li uzmanlar yerleştirilmiş ve Türkiye, ABD’nin yarı sömürgesi durumuna düşürülmüştür. Eğer Fulbright olayını iyi kavrarsak, tarihimizin neden bizlere yanlış öğretildiğini ve gerçek Atatürk’ün neden anlatılmadığını kolaylıkla anlarız. En ilginç olan ise, 1949 yılından bu yana gelen hiçbir hükümetin, bu anlaşmayı yürürlükten kaldırmaya çalışmamasıdır.
Milli olmaktan çıkarılan eğitim sistemimiz, yapılan bazı değişikliklerle sürdürüldü. 1975 yılında ilk, orta ve lise bitirme sınavları kaldırıldı ve CHP-MSP koalisyon hükümeti zamanında Ahlak dersi konuldu. 12 Eylül sonrasında ise zorunlu Din dersi okutulmaya başlandı. Ezberci ve test sistemine bağımlı olarak bugünlere geldik; düşündüren ve sorgulayan sistem unutuldu.
1995 yılında Türk milletinden gizlenerek, Tansu Çiller tarafından imzalanana Hizmet Ticareti Genel Anlaşması adı verilen GATS Anlaşması (The General Agreement on Trade in Services), ülkelerdeki hizmetlerin özel sektöre devrini öngören uluslararası bir anlaşmadır. GATS Anlaşması’na göre savunma, güvenlik, sağlık, eğitim gibi hizmetler kamu hizmeti olmaktan çıkarılarak, özelleştirilecektir. Yani kamu hizmetleri parayla alınıp satılan meta haline getirilecektir. Buradaki amacı kısaca şu şekilde özetleyebiliriz; ulus devleti var eden hizmetler, emperyalist piyasaya devredilerek, ulus devletlerin altı oyulacaktır.
Bu süreçte Dünya Bankası tarafından ülkelere uzmanlar gönderilerek, eleman yetiştirilmesi, ABD’de burslar ve kurslar verilmesi planlanmıştır. 1995 yılında Dünya Bankası’nın aracılığıyla SPAN adlı Amerikan Eğitim Danışmanlık Şirketi, YÖK Dünya Bankası Dairesinde on yıl çalışarak, zihin çökertme tuzaklarıyla dolu yeni ders kitaplarını hazırladı ve öğrenciye parasız dağıtıldı. Bu süreçte eğitim sistemimizin sosyal öğretim programından, liberal öğretim programına geçirilmesi sağlandı.
2006 yılında kamuoyundan gizli şekilde, basında hiç tartışılmadan, kapalı oturumda geçirilen 5544 sayılı yasayla kurulan Mesleki Yeterlilik Kurumu (MYK), Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na bağlı Sosyal Güvenlik Kurumu’nun içindedir. Anaokulundan üniversiteye kadar tüm örgün ve yaygın eğitim kurumlarımızı küresel piyasanın istediği biçimde yeniden şekillendirmekle görevli bir kadro burada bulunmaktadır. MEB’in amaçlarını bu yönde değiştiren kurum burasıdır. MEB o nedenle artık şirket mantığıyla yönetilmekte, hangi dairelerin açılacağı, başına hangi işletmecilerin getirileceği de MYK’de belirlenmektedir.
Müfredatları 3 aylık sertifikalı paralı kurslara çevirmekle görevli 10 yabancı uyruklu (ABD) uzmanın çalıştığı MYK, kamucu eğitimimizi piyasaya devretmeyi iyi beceren, bunun yasalarını ve kararnamelerini hazırlayan, YÖK’ten ve Milli Eğitim Bakanlığı’ndan daha yukarıda, tek yetkili bir çeşit sömürgeci piyasa üst kuruludur. Eğitime indirilen bu darbe yasası, 2006 yılında, TBMM’deki üç partinin katılımıyla kapalı oturumda geçirilmiş, Anayasaya aykırılığı ortadayken, Anayasa Mahkemesi’ne götürülmemiş ve zamanın cumhurbaşkanı tarafından da onaylanmıştır.
MYK, “yaşam boyu öğrenme” adı altında paralı çıraklık kursları ve paralı sınırsız sınav getirmekle işe başlamıştır. MYK yasası, Dünya Ticaret Örgütüyle birlikte hazırlanmış piyasacı eğitim darbesidir, bir karşı devrimdir. Adına “Yaşam Boyu Öğrenme” denen olay, paralı kurslar tuzağından başka bir şey değildir.
Milli Eğitim Bakanlığı, gerek öğretim programlarında, gerek ders içeriklerinde, gerekse okul kitaplarında laik ve bilimsel eğitime ters düşen birçok değişiklik yaptı. Yapılan değişikliklerin ülkemizi çağdaş dünyadan koparacağı bellidir. Bilimin en temel gerçeklerinden birisi olan Evrim Teorisi’nin ders içeriklerinden çıkarılması başlı başına bir skandaldır. Evrim Teorisi, iktidarın özellikle 4+4+4 sonrasında hayata geçirdiği dindar ve kindar nesil yetiştirme projesine kurban edilmiştir. Yeni ortaöğretim tarih dersleri içeriğinde Atatürk’e, ilke ve devrimlerine daha az yer verildiği görülmektedir. Aslında yapılmak istenen Cumhuriyet devrimleriyle hesaplaşmaya çalışarak, Atatürk’ü yok saymaktır.
Ülkemizde yıllardır ve sistemli bir şekilde laik ve bilimsel eğitim terk edilmektedir. Ülkemizin şiddetle bilime, teknolojiye ve üretime ihtiyacı varken, teknik meslek liselerini kapatarak, yerine imam hatip okulları açılmaktadır. Ülkemizde gereğinden fazla imam hatip okulu ve ilahiyat fakültesi açılmıştır. Bu okullarda cumhuriyet ve laiklik karşıtı öğrenciler yetiştirilerek, ülkemizde laik-dinci kutuplaşması yaratılmaktadır. Milli eğitimde ilk, orta ve lisede dini içerikle yetişen nesiller, üniversiteye gelince de değişmiyorlar, yıkanan beyinleri laiklik düşmanı olmalarını sağlıyor. Demokratik ve laik cumhuriyetimizi dinsel kurallarla yönetmeyi hedefleyen siyasi iktidar, düşünmeyen, sorgulamayan dindar ve kindar nesil yetiştirmeye çalışmaktadır. Bu nedenler bilimsellik yerine inanç temelinde eğitime yön vermektedir.
Laikliği sakıncalı düşünce olarak gören çağdışı zihniyet, 1000’den fazla imam hatip okulu açmıştır. İmam hatip okulu açmak için elli bin nüfus koşulu yerine, yerleşim birimi merkez nüfusunun beş bin olması kararı da, bütün okulları imam hatipleştirmeye yönelik projelerinin devamıdır. Yeni açılacak okulların ortak standartlarını belirleyen Milli Eğitim Bakanlığı, her okula abdest alma yeri ile kadın ve erkek için ayrı ayrı olmak üzere mescit bulundurma zorunluluğu getirdi. Resmi ve kaçak Kuran kursları açılarak, küçük çocuklara anlamını bilmedikleri bilgiler verilmektedir. Bu kurslarda küçük beyinlere laiklik karşıtı söylemler öğretilmektedir. Dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde, İncil Kursu vb. adlar altında böylesine yaygın ve yüksek sayıda bir dini kurs uygulaması yoktur. Din kuralları değişmez kabul edilir ve sorgulanamaz. Oysa bilimsel ve akılcı bir sistemde sorgulama en temel etmendir. Değişmez kurallara sahip din, toplumu yönetmeye kalktığında, toplumun gelişimini önler ve çağın dışına iter.
Aralık 2019 tarihinde dünyanın düzeninde küresel salgın ile yeni bir sayfa açıldı. Mart 2020 tarihinde okullar zorunlu çevrimiçi eğitime geçti. Çocuklarımız, arkadaşlarıyla koşup oynamaları gereken uzun bir zamanı evde sosyal yalıtımla geçirdiler. Çevrimiçi eğitimle ekranda öğretmenlerini dinleyen çocuklar, arkadaşlarıyla sosyalleşmeye çalıştılar. Okul, öğrenciyi hayata hazırlayan sanat, müzik, spor gibi beden ve bilincin ortak beslendiği kültürel etkinlikleri de düzenler. Oysa ekrandaki dersleri takip edip ödevlerini yapmalarını istedik. Arkadaşlarıyla oynamayan çocuklarımızın, duygusal ve sosyal açıdan sağlıklı gelişim çizgisinde olduklarını düşündük. Çevrimiçi eğitimin sonucunda çocuklarımızda kaygı bozukluğu, depresyon, akademik performans düşüklüğü, sosyal yalıtım, obezite ve teknoloji bağımlılığı gibi sorunlarla karşılaştık.
Kapsayıcı ve eşitlikçi, içeriğinde bilimi temel alan, eğitim bilimlerinin ilkelerine uygun olarak hazırlanan, sağlıklı bir altyapıda uygulanan eğitim, “Nitelikli Eğitimdir.” Devletler, yurttaşlarının eğitimini güvence altına almak ve herkes için eğitimi desteklemek zorundadır. Süresi yasalarla belirlenen zorunlu eğitimi bütün kız ve erkek çocuklarının ücretsiz, adil ve nitelikli kurumlarda tamamlamalarının sağlanması devleti yönetenlerin görevidir.
Kendi Devletini “Sosyal Devlet” ifadesiyle tanımlayan ülkeler, eğitim ve öğretimi devletin başta gelen ödevi sayar. Tüm vatandaşlarına eşit fırsatlar tanıyarak, bilimsel, düşündüren, sorgulatan, bilinçlendiren, yaratıcı, barışçı, laik ve demokratik eğitim hizmetini parasız olarak vermek zorundadır. Eğitim yoluyla bireylere eleştirel düşünme, problem çözme, sorgulama, bilgiye erişim, analiz, sentez, iletişim, yenilik, yaratıcılık, merak, hayal, etik kurallara uygun davranma, adapte olma, esneklik, evrensel vatandaşlık, sosyal ve kültürler arası etkileşim, iş birliği, girişimcilik, özyönetim, üretkenlik, sorumluluk ve liderlik gibi beceriler kazandırılmalıdır.
2021 Aralık ayında 20. Milli Eğitim Şûrası’nda oy çokluğu ile kabul edilen bir öneri şöyledir: “Okul öncesi öğretim programında çocuğun gelişim düzeyi dikkate alınarak din, ahlak ve değerler eğitimi yer almalıdır.” Ayrıca 4-6 yaş grubu çocukların gönderildikleri Kuran kurslarında verilen ‘eğitimin’ de, okul öncesi eğitim sayılması düzenlemesi gündeme getirildi. Yapılan bu düzenleme, okul öncesi 4-6 yaş arasındaki çocuklarımızın akıl ve ruh sağlıkları için ciddi bir tehlike oluşturacaktır. Sürekli olarak tarikat ve cemaat yurtlarındaki taciz, tecavüz, intihar olaylarının gündeme gelmesi de eğitimin dinselleştirilmesinin sonuçlarındandır. Hiç laik ve bilimsel eğitim yapılan kurumlarda böyle olaylara rastlanılmamaktadır.
Geçtiğimiz Şubat ayında Öğretmenlik Meslek Yasası kabul edildi. Okulların nitelikli ve niteliksiz olarak ayrılmasından sonra bu yasayla iyi öğretmen-kötü öğretmen ayrımı da başlayacaktır. Bu yasa sorunları çözmekten uzak, eğitim ve öğretimi daha da içinden çıkılmaz bir duruma getirecektir.
Geçtiğimiz Mart ayında hiç red oyu verilmeden 277 kabul ve 10 çekimser oyla Diyanet Akademisi kurulmuştur. Üstelik bu akademide eğitim görecek erkek öğrencilerin “alacakları eğitimin kesintiye uğramaması” gerekçesiyle askerlikten muaf sayıldılar ki bu anayasanın eşitlik ilkesine aykırıdır. Bu yasa doğrudan Cumhuriyet’in eğitim birliği ilkesiyle hesaplaşma zihniyetiyle hazırlanmıştır.
15 Nisan Cuma günü AKP genel başkanı 1934 yılından bu yana müze statüsünde olan Ayasofya’nın 2020 yılında cami olarak ibadete açılmasının ardından bu kez tarihi yapının yanında “Ayasofya Fatih Medresesi” açılışını yaptı. Açılışta isim vermeden Atatürk ve devrimlerini eleştirdiği konuşmasında “bugün bu açılışla emanete sahip çıkmıyoruz, tek parti zihniyetinin tarihimize sürdüğü bir utanç lekesini daha ortadan kaldırıyoruz” sözleriyle, dini kullanarak her zamanki gibi tahriklerini artırarak sürdürmektedir. Sürekli laik eğitime darbe vurarak, ortaçağa doğru gidişe destek olmaktadır.
Zaten 30 Temmuz 2008 tarihinde Anayasa Mahkemesi tarafından AKP’nin “laiklik karşıtı söylem ve eylemlerin odağı olduğu” karara bağlanmıştı. Ancak AKP kapatılmamış sadece hazine yardımı kesilmiştir. Laik ve demokratik cumhuriyetimizi, “laiklik karşıtı söylem ve eylemlerin odağı olduğu” tescillenen bir partinin yönetmesi ise, çelişkilerin ve tutarsızlıkların en büyük örneklerindendir. Böyle bir iktidarın çıkardığı laiklik karşıtı yasaları Anayasa Mahkemesi’ne götürmeyen muhalefet partileri de yok hükmündedir.
Her okula kitaplık açmak gerekirken, mescit açılmaktadır. Böyle bir eğitim sistemi dünyanın hiçbir gelişmiş demokratik ülkesinde yoktur. Biz çocuklarımızın geleceğini düşünmüyoruz, ülkemizin geleceğini karanlıklara sürüklüyoruz. Ülkemizde ortalama başarı düzeyinin çok düşük olduğunu PISA (Program for International Student Assessment - Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) sınav sonuçlarında görmekteyiz. Okullarımızda ortalama olarak esnek olmayan, okumayan, okuduğunu anlayamayan, düşünmeyen, sorgulamayan, tartışmayan, yabancı dil bilmeyen, her şeye boyun eğen çocuklar yetiştiriyoruz. Bu sonuçlara göre eğitim düzeyimizin çok düşük olduğu bellidir. Laik ve bilimsel eğitim yerine, dinsel eğitimle farklı bir sonuç almak olanaksızdır.
2020 yılı verilerine göre 0-6 yaş grubu hariç toplumumuzun eğitim durumuna bakıldığında korkunç bir tablo ile karşılaşıyoruz:
· Okuma yazma bilmeyen %3
· Okuma-yazma bilip okul mezunu olmayan %10 (diplomasız)
· 5 yıllık İlkokul Mezunu %24
· 8 yıllık İlköğretim mezunu %8
· Ortaokul ve Dengi Meslek Okulu %18
· Lise ve Dengi Meslek Mezunu %21
· Yüksek Okul/Fakülte Mezunu %14
· Yüksek Lisans ve Doktora Mezunu %2
Kısaca toplumumuzun %45’i ilkokul mezunu, diplomasız okuma-yazma bilenler ve okuma-yazma bilmeyenlerden oluşmaktadır. 1938 yılından sonra ülkemizi yöneten tüm siyasi iktidarların bu konuda büyük hataları, yanlışları ve bazılarının da ihanetleri olduğunu unutmamalıyız. Diploması olmayanların bile büyük makamlara getirildiği bir ülkede, bu durumlara şaşırmamak gerekir.
Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’ne (OECD) dahil ülkelerde 3-5 yaş okullaşma ortalaması %87 iken, ülkemizde bu oran %40’dır. Türkiye, kamu kaynaklarından okulöncesi eğitim kurumlarına yapılan harcamalar listesinde de sonlarda yer almaktadır. Eğitimin ilk kademesi, çok önemlidir, sonraki kademelere ve geleceğe ışık tutmaktadır.
Bugün ülkemizdeki eğitimin durumu şu şekildedir:
· Eğitim Birliği Yasası çiğnenmiştir.
· Öğretim kurumlarında çeşitli dini vakıfların eğitim yapması için protokoller imzalanmıştır.
· Köylerdeki okullar ve yatılı bölge ilköğretim okulları kapatılmış, yakın köylerden taşımalı, uzak köylerden yurtlarda kalmalı uygulamaya geçilmiştir.
· Devlete ait yurtlar kapatılarak çocuklar cemaat ve tarikat yurtlarına mecbur edilmiştir.
· Yoksul aile çocuklarını örgün eğitim dışına atan uygulamalar yapılmıştır. Paralı eğitime destek verilerek bu yolla çocuk hakları ihlâline fırsat hazırlanmıştır.
· Temel Eğitim Yasası’nın Karma Eğitim ilkesi çiğnendiği gibi, bilimsellik ilkesi de çiğnenmiş, eğitim dinselleştirilmiştir.
· Ücretli ve sözleşmeli öğretmenlik gibi uygulamalarla, çocuklar yarınını göremeyen, güvencesiz öğretmenlere teslim edilmiş ve nitelikli eğitim alma hakları ihlâl edilmiştir.
· Her kademe ve türdeki eğitim kurumlarında yöneticiler, dini inançları ve iktidara yakınlığına göre kadrolaşmaya gidilmiştir.
· İhtiyaç, fayda, maliyet analizleri yapmadan çok sayıda vakıf üniversitesi açılması desteklenmiş, yükseköğretimde de niteliğin düşmesine ortam hazırlanmıştır.
· 1924 yılında Eğitim Birliği Yasası’nın uzantısı olarak yasaklanan sübyan mektebi ve medreseler 2014-2015 eğitim-öğretim yılından itibaren çeşitli dini örgütler tarafından Diyanet’in “Kuran Kursları Okul Öncesi Din Eğitimi Projesi” ile ülke geneline yayılmıştır ve böylece laiklik ilkesi çiğnenmiştir.
· Çeşitli vakıfların yurt ve kurslarında, bilim dışı, din dışı ve ahlâk dışı uygulamalar, çocuk istismarları yaşanmaktadır.
Eğitim sistemimizin iyileştirilmesi için bazı önerileri şöyle sıralayabiliriz:
· Eğitim sistemi yapılanması kesintisiz olarak 1+8+3 olarak oluşturulmalı; bilimsel, laik ve demokratik bir yapıya kavuşturulmalıdır.
· Bütün okullarda tekli öğretime geçilmelidir.
· Zorunlu din dersi programdan kaldırılmalıdır.
· Bütün öğretim kademelerini içine alan köklü bir eğitim reformu yapılmalıdır. Bunun sonucunda öğretim programları yeni kuşakları, çağın gerektirdiği akıl, bilim, kültür ve sanat ortamlarına hazırlamalıdır.
· Okul binaları, laboratuarlar, okul bahçeleri, kütüphaneler, görsel sanatlar, müzik ve spor salonları ve öğretim araçları nitelikli hale getirilmelidir.
· Çocuğa okullu kimliği kazandıracak çağa uygun giysiler seçilmelidir.
· Öğretmen giysileri, dinî iletiler içermemeli, çağdaş öğretmene yakışır olmalıdır.
· Sınıf mevcutları 20-22 öğrenci arasında olmalıdır.
· Halen hizmet vermekte olan özel öğretim kurumları kamuya devredilmelidir.
· Okul binalarında dinin gereklerine göre yapılan mekânlar bilimsel eğitim ortamlarına dönüştürülmelidir.
· İmam hatip ortaokulları genel ortaokula dönüştürülmelidir.
· Bilimsel yöntemlerle yapılacak araştırmalar ile dünyadaki gelişim göstergelerine dayalı lise program tür ve sayıları belirlenmelidir.
· Lise programları ile üniversite giriş sınavı uyumlu duruma getirilmelidir.
· Eğitim sistemi sınav odaklı değil, öğrenme odaklı olmalıdır. Düşünmeyi ve sorgulamayı öğreten bir sistem getirilmelidir.
· Üniversitelere öğrenci alımı, lise başarıları göz önüne alınarak, bilimsel, akılcı ve adil bir yapıya dayandırılmalıdır.
· Vakıf üniversiteleri kamulaştırılmalıdır.
· Her ile ve ilçeye üniversite açılmamalı; üniversiteler, niteliği arttırılarak büyük kentlerde açılmalıdır.
Bu önerileri daha da fazlalaştırmak mümkündür. Ama şunu aklımızdan çıkarmayalım: temelinde sevgi olan eğitim başarısızlığa uğramaz. Eğitim, gençlere yalnızca bilgi vermez, yaşamda doğru davranış yolunu bulmaya alıştırmak için düşünme alışkanlığı verir. Laik, bilimsel ve demokratik eğitimin olmadığı yerde, düşünme ve sorgulama da olmaz. Eğitim, gençlerin dünyayı, toplumu ve insanları anlamalarını, sevmelerini ve saygılı olmalarını sağlar. İyi bir doktor, iyi bir mühendis, iyi bir öğretmen, iyi bir sosyal bilimci olmadan önce, iyi bir insan olmayı sağlayamayan bir eğitim, hiçbir işe yaramaz.
Cumhuriyetimizin ilanından 100 yıl sonra, ülkemizde eğitim başta olmak üzere hiçbir konuda genel durum iyi değildir, parlak değildir. Ancak içinde Atatürk sevgisi taşıyanlar ile Atatürk’ün gençleri için umutsuzluğa yer yoktur. Atatürk'ün ilkelerini özümseyerek, bilinçli ve kararlı bir şekilde tüm yurtseverlerin örgütlenerek yapacağı haklı ve demokratik bir mücadele ile umuda ve aydınlığa doğru yeniden yol alınacaktır. Mustafa Kemal Atatürk’ün çağdaş uygarlık yolunda daima ileriye doğru gideceğimiz ışıltılı günlerin özlemiyle katılan tüm konuklara teşekkür ediyorum.
18 Nisan 2022.