Geçtiğimiz hafta, size ünlü tenisçi ve kadın hakları aktivisti Billie Jean King ve onun hayat hikayesinin anlatıldığı filmden bahsetmiştim.
Bu hafta da engelli hakları aktivisti Judith Heumann ve kitabı “Being Heumann – Heumann Olmak”’tan söz etmek istiyorum.
İngilizceye aşina olanlar, kitabın ismindeki kelime oyununu hemen fark edeceklerdir. İngilizce “human” kelimesi “insan” demektir ve telaffuzu Judith Heumann’ın soyadı olan “Heumann” kelimesinin telaffuzuna yakındır.
Kendisini ve bu kitabı, Alper Tolga Akkuş ve Elif Gamze Bozo’nun Açık Radyo’da yaptıkları ‘Sakat Muhabbet’ programıyla tanıdım. Henüz Türkçesi yayınlanmamış kitabın İngilizcesini tarafıma gönderdikleri için kendilerine buradan teşekkür ederken programın linkini de yazının sonuna bırakıyorum.*
Ben de programda arkadaşlarımın ifade ettikleri gibi kitabın Türkçe basımının olması gerektiği düşüncesindeyim.
Önce genel bir bilgi…
Judith Ellen Heumann 18 Aralık 1947 doğar. Doğduğu dönemde Amerika’da kullanılan bir ilaç sebebiyle önce çocuk felci, sonra da tekerlekli sandalye kullanıcısı olur.
4 Mart 2023’te vefat etmeden önce bu kitabı Kristen Joiner ile birlikte kaleme alan Judith Heumann, Long Island ve Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley'de eğitim görmüştür. Clinton ve Obama dönemlerinde; 1993-2001 yılları arasında Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Hizmetlerinden Sorumlu Eğitim Bakan Yardımcısı ve 2010-2017 yılları arasında Uluslararası Engelli Hakları Özel Danışmanı olarak görev yapmıştır.
Dönelim kitaba…
Kitabın tamamını okuma fırsatım henüz olmadı. Ama arkadaşlarımın notlarında benim de dikkatimi çeken noktaların varlığı, bu yazıyı yazmama sebep oldu.
Ben sizinle o noktaları paylaşmak istiyorum.
Kader olan coğrafya mıdır, aynı çağa denk geldiğiniz toplum mu? O konuda karar sizin.
Aslında birçok defalar fark ettiğim gibi konu engellilik ve toplumsal yaklaşım olunca, ülkeler, coğrafyalar, insanlar, toplumlar değişse de süreçler hiç değişmiyor. Aslında benzer çoğu sosyal sorunda da öyle ya…
Değişen sadece zaman dilimi ve toplumsal tekâmülün düzeyi belki.
Yani kimilerinin 50’lerde, 60’larda, 70’lerde yaşadıklarını, siz 80’lerde, 90’larda, hatta “milenyumda” yaşıyorsunuz.
Hepsi o kadar!
Bu hem üzücü hem de umut verici aslında… Umut, “onlar başarmış, biz de başarabiliriz” duygusunda…
Aynı şeyi 19 yaşımda “Sol Ayağım” filmini seyrettiğimde hissetmiştim ilk defa.
Judith Heumann, okul yaşına kadar sokakta arkadaşlarının tekerlekli sandalyesini itip beraberce oynadıkları bir çocuktur.
Kitapta yer alan “kendi yaşadığım mahallede sakat olduğumu okula gitme yaşına gelene kadar anlamadım ben” cümlesi şahsen benim içimi ürpertmiştir.
Heumann, bu cümleyi 1950’lerin ortalarının Amerika’sı sosyolojisinde kullanmış.
O 1947’de ABD’de doğmuş, bense 1973’te Türkiye’de… 2023 yılında yayımlanan “Aynadaki Öteki” adlı ikinci romanımda 80’lerin ilk yıllarının Bursa’sını kastederek şu satırları yazmıştım bir diyalogda.
“Eskiden biz hep beraberdik. Arkadaşlığımız, dostluğumuz bambaşkaydı. Ben çocukken okulda sizin ya da mahallede diğer çocukların arasında hiç farklı hissetmedim ki? ‘Sakat, özürlü, engelli’ gibi kavramları çok sonraları öğrendim ben. Sadece ‘yürüyemeyen bir çocuktum.’ Hepsi bu.”
Farkımız, Heumann’ın yaşı geldiğinde okula gitmiş olması, benimse beşinci sınıftan itibaren okula gidebilmiş olmam…
Ama nasıl bir okula gitmiş? Onun da kitaptan okunmasını salık veririm.
Biz bu ve benzeri konularda toplum olarak tekâmül ediyor muyuz, geriye gidiş mi var? Orası biraz tartışmalı.
Sosyoekonomik uçurumun fazlasıyla derinleştiği, şiddete eklemli “onlar, bunlar, şunlar” söyleminin en tepede uzun ve zehirli bir yılan misali çöreklendiği ülkemizde, “akran zorbalığı” gibi, “ben okulumda/çocuğumun sınıfında engelli öğrenci istemiyorum” gibi durum ve yaklaşımların varlığı, çok şaşırtıcı olmasa da bu gidişin gidiş olmadığı ortadadır.
Geçtiğimiz günlerde bir engelli arkadaşım sohbetimiz sırasında “eskiden en azından bir şeylerin düzeleceğine yönelik ümidimiz vardı.” dedi.
Bir topluma baktım, bir de toplumun yönetici yaptıklarına.
Arkadaşıma “Haksızsın!” diyemedim.
Dünyada bu konuda önemli noktalara gelebilmiş ülke ve toplumlarla aradaki tekâmül mesafemizin kapandığını görmek, çoğumuza nasip olmayacak belki ama…
Ülkeyi daha güzel, daha yaşanılır yapma uğrunda son nefese kadar mücadele etmekten başka bir seçeneğimiz de yok.
En azından her geçen gün kalınlaşan surda gedikler açmak ve açabildiklerimizi genişletmek umuduyla…
* Programı buradan dinleyebilirsiniz.
Haftanın Notu:
“Eskiden yapamıyorduk, artık doktor dövebiliyoruz(!)” diyenlerin “yeni Türkiye’sinde” başta doktorlarımız olmak üzere, 8 yıl hasbelkader içlerinde olduğum tüm sağlık çalışanlarımıza sabır diliyor, 14 Mart Tıp Bayramlarını kutluyorum.