Tarih boyunca hiçbir canlıyı ötekileştirmeden etrafında toplayan suya bakış açımız, insanın kendini içine doğduğu dünyanın en tepeye konumlandırmasıyla değişti. Su artık insan faaliyetlerinin sürdürülmesi için bir araç konumuna geldi. Hoyratça kullanıldı, kirletildi ve yitiriliyor. Peki su, hiçbir canlıyı ötekileştirmezken bizim suyun üzerine kurduğumuz tahakküm nasıl açıklanabilir?
Türkiye‘nin göller yöresi yitip gitti. Göl ekosistemlerinde yaşanan değişim gerek sayı gerek alan bakımından göllerin en fazla yoğunlaştığı Göller Yöresi’nde incelendi.
Yeşil Gazete'den Melisa GÖNEN'in özel haberine göre, Burdur Gölü ana havzası ile alt havzalarında bulunan Acıgöl, Akgöl, Yarışlı Gölü, Karataş Gölü, Salda Gölü olmak üzere altı gölün, 1985 ile 2021 yılları arasındaki alanı toplamda yüzde 51.1 azaldı.
Burdur yüzde 40.1, Acıgöl yüzde 80.6, Karataş yüzde 64.8, Yarışlı yüzde 49.7, Salda yüzde 5 küçüldü, Akgöl ise tamamen kurudu. Bu rakamlar durumun ciddiyeti üzerinde düşünmemiz için yeterli olsa da, göç yolunu değiştirmek zorunda kalan bir kuşun yaşadıklarını, köklerini suyla buluşturamayan bir bitkinin yaşamdan kopuşunu aklımızdan geçirmiyoruz belki de. Peki gölleri kendi faaliyetlerimiz için bir araç bir kaynak olarak görmek yerine canlı bir beden gibi düşünseydik ne değişirdi?
Gazeteci, Yazar Özer Akdemir, çocukluğunda büyüklerinden dinlediği öykülerde adı geçen Seyfe Gölü’nü bir tuz çölü olarak görünce büyük bir hayal kırıklığına uğramış ve bir tuz çölüne dönüştüğü için Seyfe Gölü’nün eski halini insan hafızasında arayıp bulma kararı alarak yola düşmüş. Böylece ortaya Seyfe Gölü‘nün hikayesini anlatan, onun derdiyle dertlenen insanların hafızasıyla örülen bir belgesel çıkmış.
Üstelik bu belgesel sadece Seyfe’nin hikayesini anlatmıyor. Belgesel, çok uzak yollardan gelen ve halkın tarım işçisi olarak nitelendirdiği kuşların, yeşili zümrüte benzetilen bitkilerin, bereket olarak nitelendirilen sazlık alanların, bir zamanlar suda salınan endemik balıkların da hikayesini anlatıyor. Gölün sularının bölgeyi terk etmesiyle yitirilen onca şeye rağmen sizin aklınıza da “belki su geri gelir” diyebilme umudu düştüyse Özer Akdemir’e kulak verelim ve Seyfe’nin hikayesini, Seyfe belgeselinin ortaya çıkış sürecini Yeşil Gazete’nin sorularına verdiği yanıtlarla kendisinden dinleyelim.
9. Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Festivali‘nde gösterime girerek doğaseverlerin dikkatini çekmeyi başaran Seyfe belgeseli, Fiorenza Serra Film Festivali‘nde çeyrek finalist oldu.
Peki Seyfe’nin yitirilen sularının peşinden düşerek belgesel çekme fikri nasıl ortaya çıktı?
Seyfe’yi görmesem de biliyordum. Sefye Köyü, Kırşehir’in Mucur ilçesine bağlı bir köy. Göl ise Seyfe Köyüne bağlı Badıllı Mahallesi’nde bulunuyor ve benim doğduğum köye 20-30 km uzaklıkta. Ancak ben Seyfe’yi daha önce hiç görmemiştim. Doğduğum köyde bir 7-8 yıl yaşamıştım ve ailemle birlikte şehre göçmüştük. Seyfe’yle ilgili babamın ve annemin anlatımlarını bilir; Seyfe hakkında köyde anlatılan öyküleri dinlerdim. Köyde Seyfe Gölü anlatılırdı. Sonuçta köyümüz bozkırın ortasındaydı ve göl, çölde bir vaha gibiydi. İnsanların orada suyun var olduğunu bilmesi, gidip balık tutması, göçle gelen kuşları görmesi, turnalarla ilgili şiirleri ve türküleri yazabilmesi o gölün, o bozkır için çok değerli olması anlamına geliyordu.
Seyfe Gölü’nün kuruduğuna dair haberler okuyup köye gittiğimde ve birtakım konuşmalar duyduğumda doğal olarak üzülmüştüm. Bunu biraz da benim ekoloji haberciliğinde yitip giden, küsen, kirletilen, kurutulan suların hikayesini takip etme merakımla ilişkilendiriyorum. Son dönemlerde Anadolu‘nun yitirilen, yok olup giden sularının peşinden gitmek istiyorum. Göllerin kuruduğuna ilişkin pek çok rakam açıklanıyor ama bu bir okur açısından çoğu zaman bir sayı olarak değerlendirilmekten öteye gidemiyor. Bir gölün tamamen yok olması, kuruması ne demek, bunun yaratacağı sorunlar neler, insanlar hala farkında değil. Gazeteci olayın arka planını izleyip görebilecek kişidir. Bunları anlatabilmek, gelecek nesillerin yaşama hakkı ile doğrudan ilişkili. Yitirilen sular, küresel ısınma dediğimiz olguyla da bağlı bir süreç. İşte Seyfe Gölü de yitirilen suların peşinden gittiğim bu süreçte karşıma çıktı ve burada çekim yapma kararı aldık.
Seyfe Gölü nasıl kurumuş, köy halkının “yetkisiz rütbeler” olarak nitelendirdiği kişilerin hangi politikaları gölün tuz çölü olmasına neden olmuş?
Gölün çevresi bozkır olduğu için gölün yüzeysel sular açısından zengin olmayan bir bölgede bulunduğunu söyleyebiliriz. Bölgede de genelde yer altı suyu kullanılıyor. Hatırlarsanız, Konya Ovası’nda yer altından büyük borularla su çekilerek vahşi sulama yapılmış ve yanlış tarım politikaları nedeniyle tarım alanlarında obruklar oluşmuştu. Aynı yanlış politikalar Seyfe’yi de kuruttu. Biz, gölü görmeye gittiğimizde göl kurumuştu ancak gölün hemen yanında yonca üretimi yapılıyordu. Bir de belgeselde de yer verdiğimiz 22 kilometre uzunluğunda bir kanal var. Seyfe Gölü’nün bu kanalla taşınan ve yapısı itibariyle tuzlu olan suyunun tarımsal sulama amaçlı kullanılamayacağını biliyoruz. Peki o kanal hangi amaçla yapıldı?
Bu kanalın neden yapıldığını sorduğumda, gölün en derin yerinin 11-13 metre olduğunu öğrendim. Yani gölün derinliği itibariyle sığ olduğunu söyleyebiliriz. Kanalın açılma gerekçesine gelince… Kuşların, flamingoların gölde beslenirken ayaklarının yere değmesi gerekiyormuş. Bunu gerekçe göstererek bir kanal ile gölün suyunu Kızılırmak‘a taşıma kararı almışlar, böylece gölün derinliğini kuşların beslenmesine uygun hale getirilmeye çalışılmış. İnsan bu kuşlar gölün kıyısında beslenemez mi, kuş konacağı yeri bilmez mi, diye soruyor. Binlerce yıllık bir gölde nesiller boyunca beslenen kuşlar, gölün derin yerini ayırt edip besleneceği yeri seçemez mi?
Açılan kanal, dağlardan, tepelerden gelen besleyici su yollarıyla gölün buluşmasını engellemiş. Kanalın kestiği derelerden göle su girişi sağlanamamış. Gölü besleyen birkaç pınarın önünü de mesire alanı oluşturmak amacıyla kesmişler. Gölü besleyen pınarların yolunu kesip suyu tutarak birkaç küçük gölet oluşturmuş ve piknik alanları yapmışlar. Yani hem gölü besleyen pınarlar artık göle ulaşamaz olmuş hem de yeraltı suları vahşi tarım politikalarında kullanılmış.
Gölün çevresindeki bir yerleşim yeri olan Mucur da içme suyu kaynağını bu gölden temin edince gölün kurumaktan başka şansı kalmamış. 100 bin yıllık gölü, 20 yıl içinde kurutmuşlar. Bunları yan yana koyduğumuzda gölün kurumaktan başka çaresi kalmadığını görüyoruz. Yerden beslenememiş, bölgenin iklimi nedeniyle yağmurdan, kardan beslenememiş, yüzey sularının önü kesilmiş ve Seyfe Gölü’nün başka şansı kalmamış. Göl Uzmanı Dr. Erol Kesici‘nin de dediği gibi, oturup plan yapılsa göl bu kadar hızlı kurutulamazmış.
Şimdi de gölü kurtaracaklarını iddia ettikleri politikaları konuşuyorlar. Kayseri‘deki bir barajdan göle su taşımak gündeme getiriliyor. Ancak taşıma suyla göl oluşur mu? Taşınan suyla oluşturulması planlanan göl Seyfe Gölü olmayacak, çünkü Seyfe’nin kendine has bir su yapısı vardı. Gölün yatağında taşınan su herhangi bir barajdan getirilmiş su olacak sadece. Aynı göl olmayacak, Seyfe’nin yatağında bambaşka bir göl oluşturulacak. Seyfe’nin ekosistemi geri getirilemeyecek.
Gölge binlerce yıllık höyükler olduğu da tespit edildi, göl aslında canlılığını binlerce yıl çevresindeki canlılarla paylaşmış. Peki Seyfe Gölü 20 yıl gibi kısa bir sürede kuruyunca ekosistem nasıl etkilenmiş? Gölün çevresinde yaşayan insanların hayatı nasıl değişmiş?
Belgeselimizde bilimsel değerlendirmelerde bulunan ve Türkiye’de su varlığı konusunda en yetkin bilim insanlarından biri olan Göl Uzmanı Dr. Erol Kesici gölde bulunan kuşları bedava tarım işçisi olarak tanımlıyordu. Kuşların o bölgedeki ekosistem içindeki yeri çok önemliydi. Toprağı havalandırıyor, zararlılarla besleniyor, toprağa gübre bırakıyorlardı. Bir zamanlar suyun varlığıyla o bölgede yetiştirilebilen elmanın lezzetinde kuşların önemli bir payı vardı. Artık o bölgede elma yok. Seyfe’nin çevresinde bitki örtüsü yok. Anadolu’nun bozkırı ortasında o gölün ne kadar önemli olduğu yitip giden şeyleri düşündüğümüzde bir kez daha ortaya çıkıyor.
Gölün çevresinde otuz tane höyük tespit ettik. Bir kısmına belgeselimizde yer verdik. Bir tane mezar bulduk. Hemen gölün yanında ancak hangi tarihten olduğu belli değil. Suyun çevresinde çok eskiden beri yerleşim olduğunu gösteriyor. İnsanlar suyun olduğu yerlere yerleşmişler. Gölün suyu tuzlu olsa da, çevresindeki pınarlar, nehirler tatlıymış. Göl tam anlamıyla bir yaşam kaynağıymış, göl kuruyunca tarım bitmiş ve insanlar göç etmeye başlamış. Önceden tarlalara suyun nemi gelirken gölün suyu bittikçe tarladaki ürünlerin üzerine rüzgarla birlikte tuz yağmaya başlamış. Tuz da bitki gelişimini, tozlaşmayı engellemiş. Gölün beslendiği derelerde yaşayan iki endemik balık türü de artık bölgede yaşamıyor. İnsanlar evlerinin içine dolan tuzu temizlemeye çalışıyor, bu artık bir rutin haline gelmiş.
‘Dünyanın içine doğduk, en tepeye oturduk’
Belgeselde “Dünyanın içine doğduk, en tepeye oturduk” diye bir cümle geçiyordu. Bu cümle bugün karşı karşıya olduğumuz ekolojik krizlerin nedenlerini de açıklıyor sanki. Siz ne düşünüyorsunuz?
İnsan bu dünyanın kanseri, diye bir söz var. Ancak ben insanın bu dünyanın kanseri olduğunu düşünmüyorum. Dünya tarihine baktığımızda insanın tahakkümünün ve yıkımının yine insanın yarattığı sistemlerle ilgili olduğunu düşünüyorum. İnsanlar doğuştan kötü değil, sistem insanı kötü yapıyor. Sistem değiştiğinde insan doğayla barışabilir. Doğanın içindeki yerini hatırlayabilir. Dinler ve sistemler insanı en tepeye konumlandırsa da gerçek öyle değil. Seyfe Gölü’ndeki dişli sazancık olmazsa, orada yetişen elmalar olmazsa insan da olmaz. Seyfe bunu bize gösterdi. Seyfe Gölü’nün kurumuş yatağı üzerinde çekim yaparken küçücük bir örümcek görmüş, kayda aşmaya çalışmıştım. Öyle bir ortamda bir canlıya rastlamak çok mümkün değildi. Bugün Seyfe kuruduğu için çevresindeki yerleşim boşalıyor yarın tüm Anadolu’ya yayılan kuraklık Anadolu’da göçü başlatabilir. Bu yüzden insanın aklını başına alması gerekiyor. İnsan kendini doğaya hükmeden bir varlık olarak gördüğü sürece kendisinin de üzerinde olduğu dalı kesmiş olacak. Kapitalizm de böyle bir şey. İklim krizi de aslında bunun kanıtı. İnsanmerkezci yaklaşım insanın kendini kandırarak kendi kendini yok etmesine neden oluyor.
Belgeselde doğanın bir felsefesi bir bilimi olduğundan bahsedilmiş. Seyfe Gölü bu felsefenin bir eseri miydi, ne düşünüyorsunuz?
Doğa milyonlarca yıl olduğu gibi yine değişip değiştirecek. Seyfe Gölü’ün orada olması doğanın kendi sanatının, kendi felsefesinin bir eseridir. Orada yeraltı sularının, yağmurların, derelerin kendi koşullarıyla Seyfe Gölü oluşmuş. Biz onun farkında olsak da olmasak da bilimle, bu felsefeyi görebiliyoruz. Ancak doğanın felsefesini görmek onunla uyumlu bir yaşam kurmakla aynı anlama gelmiyor ne yazık ki. Daha çok kar elde etmek, insan eylemlerini ön planda tutmak, ne yazık ki bilimin gördüklerinin önüne geçiyor. Bunun sonuçlarını yaşıyoruz, Seyfe bunu kuruyarak gösterdi.
Belgeselde söz alan her bir kişi kent hafızası niteliği gösteriyor. Geçmiş aktarıldıkça bugün karşı karşıya olduğumuz gerçek daha da çarpıcı kılınıyor. Sizin belgesel çekerken amaçladığınız şey de bir hafıza yaratmak mıydı?
Seyfe üzerine yazılmış, öyküler, türküler ve şiirlerle büyüdük. Bunlar Anadolu’nun hazfızasıdır. Ben de hem geçmişi hem de yitirileni kayıt altına alıp aktarma sorumluluğu hissettim. Seyfe belgeselini çekme fikri ilk oluştuğunda, o bölgedeki insanların gölün kurumasına dair röportajlarını da içeren birtakım haberler okumuş; bu okuduğum haberler içinde beni etkileyen bir söze denk gelmiştim. Bir köylü demiş ki, burada göl kurudu, tarım da hayvancılık da yapamıyoruz. Burada geçim kaynağımız da kalmadı ama hep bir umudumuz var. Belki su gelir, diye bekliyor, göç edemiyoruz. İşte ben “belki su gelir” umudu üzerinden belgeseli kurmaya çalıştım. Bu sözü söyleyebilecek birilerini aradım. Hatta su gelir mi, sorusunu röportaj yaptığım herkese sordum. Ancak hemen hemen herkes, umdunu yitirmiş durumda. Bense umut etmek istiyorum. Gölü kurutan etkenler ortadan kaldırıldığında göl eski haline gelir mi, diye düşünüyorum.
‘Belki su gelir…’
Turnalar artık göle dönemiyor, o turnalar ne yapıyor, neredeler diye merak ediyorum. Çünkü kuşların bir hafızası var. Nesiller boyunca öğrendiklerini birbirlerine aktarırlar. Turnaların binlerrce yıldır konakladığı, yavruladığı göl artık kurudu. Acaba turnalar nereye gitti, Meke gölü de dahil olmak üzere yakınlardaki birçok göl kurudu, başka hangi göl kaldı?
Özer Akdemir‘in aklına Seyfe’ye ithaf edilen birkaç dize düşüyor. Dizeler Seyfe’nin çevresindeki bir köy olan Geycek‘in halk ozanı Aşık Hasan‘a ait. Aşık Hasan turnalara şöyle seslenmiş, “Turnam ne dönersin Seyfe Gölü’ne, düşme tuzağına, avcı eline”. Su yitip gitmiş, kuşlar da. Oysa gölün çevresinde büyümüş, yaşlanmış insanlar, dünyaya kıtlık gelse Sefye’nin suyu bitmez dermiş. Türküler söylenmiş, şiirler okunmuş Seyfe’nin hikayesi bugüne kadar gelmiş. Bir zamanlar kıtlığın içinde yaşamını sürdüreceğine inanılan göl 20 yılda kurumuş. Peki umut, ona ne olmuş? Özer Akdemir’e göre bir tuz çölünün ortasında yaşamalarına rağmen hala Seyfe Gölü’nü hayata döndürebileceği umuduyla suyun yolunu gözleyen birileri var. Bir zamanlar türküler mırıldayan dudaklar şimdilerde hep aynı beklentiyle susuyor, göle yakılan ağıtların ardından belli belirsiz şu kelimeler duyuluyor:
“Belki su gelir”