İşte bizim hikâyemiz!
Dinimizi dedelerimizin anlatımından, din adına toplumda konuşulanlardan, elimize tutuşturulan namaz hocası, vaaz ve ilmihal kitaplarından ya da etrafımızdaki hoca, derviş, şeyh, üstad adı ile tanımlanan kişilerden; onların anlatısı dini hikâye, keramet ve mucize içerikli kitaplardan öğrenmiştik!
Öğrendiklerimizden en ufak bir şüphe duymaz, Allah Resulü’nün bu öğretileri tek tek yazdırdığını, değişmeden bize geldiğini ve tek doğrunun bunlar olduğunu zannederdik.. Bu konuyu kimse de sorgulamazdı!. Kur’an okumayı öğrenmek ve sureleri ezberlemek için her yaz tatilinde hocaya gider, bir dahaki yaz tatilinde kaldığımız yerden devam etmemiz gerekirken, sıfırdan başlatılırdık!.. Surelerdeki mahreçleri doğru telaffuz etmek ve Sübhaneke’yi okumak kiminin iki yaz tatilini alırdı.
Kur'an’ın anlaşılması ya da dinin Kur'an’dan öğrenilmesi diye bir şey bilmezdik.. Biz Kur'an'ı güzel sesle tilavet edilerek sevap alınan, ölmüşlerin ruhuna gönderilen şifa ayetlerinin olduğu bir kitap olarak bilirdik! Derin hocaların ayetlerle sihir, fal, muska vb. konularda medyumluk yaptıkları anlatılır, bizler de öyle inanırdık..
Allah Resulü’nün bir gece “Burak” atlı bir atla, Miraca, (haşa) Allah’ın yanına çıktığına, 50 vakit namazın farz kılındığına, Allah ile peygamberin pazarlık usulü namazı beş vakte düşürdüğüne ve cennet/cehennem ile bilgileri Allah'tan yüz yüze öğrendiğine inanmamız sağlanırdı..
Hocalarımız, “Allah'ı nerde anarsanız oradadır. O'nun olmadığı hiç bir yer yok” derlerdi. Hem de miraç olayında “Allah’a gökte bir mekan tahsis etmeleri”ni hiç sorgulamazdık.. Zira duyduğumuz şeyden şüphelenmek, sorgulamak küfür sayılırdı!.
“Din akıl işi değil nakil işi” denilirdi.. Naklin ne olduğu, kapsamı, edilme esnasında, eksiltme ya da artırma var olup olmadığını kimse sorgulamazdı.
“Din akılla anlaşılmaz, akıl şeytan işi” denilirdi!. “Düşünüp aklı kullanmak” dinsizlik sayılır, azıcık akla yönlendirenlere iyi gözle bakılmazdı! İçinde çelişki barındıran, akla ve mantığa uymayan şeylerin yalan olduğu düşündürülmez, mutlaka bir hikmete bağlanırdı..
Kıyamet alametlerinden, hangi yıl kopacağından, ölmüş insanın son yolculuğundan, kabir sorgusu ve kabir azabıyla ilgili hayali bilgiler, sanki mahşere gidip gelen varmış gibi, teferruatıyla anlatılırdı!.
Dindarlık anlayışımızı oluşturan olgu, içerikten ziyade şekilseldi!. Neydi onlar? Cübbe, sarık, şalvar, takke, sakal, çarşaf, misvak, 99’luk boncuk çevirmek, namaz kılmak, abdestli gezmek, bir lokma bir hırka ile yetinebilmek!..
Çalışan, başı açık bir kadının inançlı olduğu bile düşünülemezdi! Hatta “kadınlarınız sizin fitnenizdir” rivayeti kadına bakışın özetiydi!
Azaptan kurtuluş, tövbe ve duamızın kabulü için mutlaka bir Allah dostunu aracı edinmemiz öğütlenirdi!. Sanki Allah, dostunu bize haber vermiş gibi.. Ne gerek var denilmezdi. Zira biz kimiz ki, doğrudan Allah’a el açalım.. Bir valinin huzuruna çıkarken bile ancak hatırlı kişiler aracılığı ile çıkılırken, Allah'ın huzuruna da ancak veli kabul edilen aracılarla gidilebilirdi.. Hatta, teşride yani hükümde “haram ve helal” belirlemede, kainatın yönetilmesinde, din yalnız Allah'a has kılınmaz; bu yetki alimlere, evliyalara, şeyhlere de verilirdi! Bu seçkin sınıfın ara sıra Allah Resulü ile görüştüğüne inanılıyordu!.
Bu anlayışları barındıran yüzlerce kitap okuyarak “dini öğrendim” derken, 79 yılında İran devrimi sonucu ülkemizde “Humeynicilik” moda olmaya başladı! Bu süreç beni on yıla yakın Şiiliği araştırmaya yöneltti.. Şiiliğin iddialarını Şii karşıtı âlimlerin Sünnici görüşleriyle çürütmeye çalıştım.
Sonra, "çıkmaz olası!.. Nereden çıktığı bilinmeyen, dinin kaynağı Kur’an diyen, Peygamberi yok sayan yabancı misyoner uşakları çıktı" dediler!.. Din işgal edildi zannettik.. "Bunlar, dini anlamak için Türkçeye çevrili meal okuyorlarmış. Ne büyük ihanet!.." dediler.
Peygamber düşmanı ön yargısı ile Kur'an’dan konuşanları dinledikçe öğrendiğim din, onca birikimim, inançlarımın elden gittiğini hissettim!.
Kendi çapımda bir yandan selefi akımın tarikat/tasavvuf düşmanlığına karşı, bir yandan da Şiilerin Sünnilikle ilgili argümanlarına cevap yetiştirirken, diğer yandan da yeni düşman “meal okuyanlar”a karşı ehli sünnet inancımı savunma durumunda kalmıştım!
Neticede, bu durum uzun sürmedi. Mevcut öğretilerimin Kur'an ile çelişkilerini ve çatıştıklarını fark ettikçe, okuyarak duygulandığım kitap, yavaş yavaş dinimin kaynağı olmaya başlamıştı..
Önceki öğrendiklerimin çok büyük çoğunluğunun din değil, Ortaçağ’da ihtiyaca binaen üretilen insani yorum, birçoğunun akıl ve mantık süzgeci hiç görmemiş kaba saba, zarafetten yoksun, çelişkili bilgiler olduğunu anladım.. Bunları, Kur’an ile karşılaştırdıkça ne kadar boşlukta olduğumu, edindiğim bilgi sandığım malumatların büyük bir çoğunluğunun Kur'an’ı anlamaya yönelik yol kesici, hakikate yönelişin engel bariyerleri, Allah kaynaklı değil, insani yorum ve anlayışlar olduğunu, acı ile hissetmeye başladım...
İşin garibi toplum tarafından kesin bilgi olarak bilinen görüşlerin sahipleri, iddialarının altına "Doğrusunu Allah bilir” diye yazmışlardı. Benim için en acıtıcı olan da o cümleydi. Bize Allah’tandır iması verilerek, öğretilerin kuldan olduğunu öğrenmemle birlikte onların da son kanaati olmayışı..
Bunca zaman neyin iddiasındaydık ki?
Kimin davasında idik?..
Şu şundan duymuş, bu ondan, o da kim ola kimden duymuş!..
Örneğin, İbn-i Kesir tefsiri tamamen rivayet odaklıdır! O bile, tefsirinin sonunda bunların doğru olmayabileceğini söylüyordu!.. Yazarlarınca iddia niteliği taşımayan görüşleri bile bizler için asıl ve usül yapmışlardı ya!. Çok manidar.
Kur'an’ın ana ilkelerini zamanında öğretselerdi, ya da öğrenebilseydim, okuduklarımın nereye kadarının "din", nerden sonrasının "kültür" olduğunu anlar, yıllarca bataklıkta can çekişmezdim!..
Bu öğreti sisteminin İslam dünyasını nereye taşıdığını fark edersek sorunun ne kadar büyük olduğunu anlarız. Birilerince asırlardır ilmek ilmek örülmüş olan bu anlayış; Müslümanları parça parça etmiş, neticesinde toplumları “Kur’an yetimi” haline getirmiş bir olgudur.
Sonuç; Özgür irademle İslam’ı seçememiştim ama özgür irademle değişimi, yani geleneksel anlayıştan Kur'an’i anlayışa yürüyüşü seçmiştim!.. Bunun maliyeti de; 25 yıllık tarikat arkadaşlarımın selam vermedikleri gibi bana acımaları (!) oldu.. “Nasipsiz” diye...
Adamlar "aklı birilerine teslim etmeyi, köleliği, değişmemeyi" marifet sayıyorlar!.
Oysa değişmeyen yalnız ölülerdir.. İnsan gelişir ve geliştikçe iyiye doğru değişir.
Kim bilir birçoğumuzun serüveni de aynıdır.
Dava edindiğim şey; İslam inancında toplumca doğru bilinen yanlışları, Allah'ın tek affetmediği "şirk" inancını açıklamak, Kur’an perspektifinden anladığım kadarıyla gerçekleri dostlarla paylaşmaktır.
Hakikatin peşinde olan insanlara selam olsun..