“Şiddet göstermeme, inancımın birinci maddesidir. Aynı zamanda o, benim itikadımın da son maddesidir. Söylediklerinize dikkat edin, düşüncelere dönüşür; düşündüklerinize dikkat edin, duygularınıza dönüşür; davranışlarınıza dikkat edin, alışkanlıklarınıza dönüşür; alışkanlıklarınıza dikkat edin, değerlerinize dönüşür; değerlerinize dikkat edin, karakterinize dönüşür; karakterinize dikkat edin, kaderinize dönüşür”. Gandhi
Şiddet, güç ve baskı kullanarak insanların fiziksel ya da psikolojik olarak zarar görmesine yol açan bireysel ve toplu eylemlerdir. Şiddet davranışının nedenleri; çevresel, sosyo- kültürel, ailesel, bireysel olup, fiziksel, sözlü, toplumsal, ekonomik, cinsel niteliklidir. Psikologlar, çoğu insanın şiddet davranışlarını bilişsel ya da duyuşsal süreçler yoluyla edindiğini açıklar. İnsanlar korku, travma, karşılanmamış ihtiyaçlar, hormon yetersizliği, aşırı çaresizlik durumlarında sorunlarını aşamadıkları için, çözümü şiddette aramakta, bunlarla başa çıkmada şiddeti, bir yol olarak görmektedirler.
Ashley Montague, insanların yetiştirilmeleri ve sosyal deneyimleriyle şiddete yöneldiğini iddia eder. Alice Miller’a göre de şiddetin temeli, çocuklukta görülen iyi ya da kötü muameleye dayanır. Çocuklarla yetişkinler şiddeti, örnek aldıkları kişilerden ve çevreden öğrenirler. Bazen insanlar tahrik oldukları için planlamadan şiddet uygular, bazen de bastırılmış duygular nedeniyle şiddete yönelebilirler. Aile, yaşıtlar, sosyal kurumlar ve kültür, şiddeti tasdik eden davranış ve inançlara katkıda bulunur ya da bulunmaz. Burada medya da etkilidir, ancak bu etki ikincil düzeydedir.
İnsanın doğası insanlaştıkça şiddetten uzaklaşır. Bu da kültür, sanat ve değerlerle olur. Öğrenilmiş şiddet, ideolojilerin aktardığı şiddet, öldürdüğünde cennete gideceğine inanma, örf ve adet nedeniyle vb. şeklinde kendini göstermektedir. Aslında şiddeti kültürel olarak üretmekteyiz. Çevresinde, ailesinde, toplumda şiddet ile tanışan bireyler bunu normal görüp kendileri de uygulama yoluna gitmekteler. Kültürü insani ve ortak değerlerle bütünleştirmek gerekiyor. Genellikle yoksullukta şiddet artmakta, önceliği geçinmek olan birey, diğer kültürel değerleri geride bırakmaktadır.
İçte ve dışta sürekli hale gelen savaş dilinin ülkemizin geleceğini ve gençlerini olumsuz yönde etkileyeceği açıktır. Ürettiği eğitim politikalarıyla ülkeyi çağından uzaklaştıran muhafazakar sağ, her geçen gün toplumsal çürümeyi daha da büyütmektedir. Muhalif olan herkese “terörist-darbeci” damgası vurulmakta, hakaretler ve nefret dili yetkili ağızlardan havada uçuşmakta, siyaset dili ile insanlar düşmanlaştırılmaktadır. Bu nefret dili şiddete neden olmaktadır.
Ders kitaplarındaki görsellerle, şiddet normalleştirilmekte, bunlar genç beyinlere olumsuz etki yapmaktadır. Elinde sigara olan fotoğrafları karalayan, şiddet olaylarının işine geldiği gibi gösterilmesine izin veren ya da vermeyen RTÜK, şiddet içeren dizi ve filmlerde neredeyse kılını kıpırdatmamaktadır. Bu durum en hafif deyimiyle subliminal mesaj olarak açıklanabilir. Bugün toplumsal yaşamda gördüğümüz şiddetin, hoşgörüsüzlüğün, içe kapanmanın, uyum sorunlarının en önemli nedenlerinden birisi, çocuklarımıza ve gençlerimize yeterli sanat eğitimi veremeyişimiz ve yetkililerin eğitim sistemi içinde, sanata bakışının yetersizliğidir.
İnsan topluluğunu ulus olma düzeyine yükselten, onu ayakta tutup yaşatan en önemli faktör o ulusun kültürüdür. Kültür, o toplumun sahip olduğu maddî ve manevî değerlerin tümüdür. Bu değerlerin hepsini derleyip toplayan ve bir arada tutan ise o milletin dilidir. Bilinçli, özgüven sahibi, vatansever, dürüst ve çalışkan gençler yetiştirmede, dil, kültür ve sanat eğitiminin önemi açıktır. Bugün toplumda çeşitli şekillerde şiddetle karşılaşmamız; eğitim sistemimizin, çocuklarımıza dilimizi, kültürel değerlerimizi ve sanatımızı hakkıyla öğretemediğinin göstergesidir. İnsanlar, aldıkları nitelikli eğitimle sağduyulu, birbirine saygılı, birlikte yaşamayı öğrenmiş bireyler olurlar. Bunu başarabilseydik, bugün uzlaşma kültürü gelişmiş, birbirlerini seven ve saygı duyan insanların oluşturduğu mutlu ve huzurlu bir toplum olabilirdik. Bu derece ayrışmayabilirdik. “Yurtta sulh, cihanda sulh” diyen Atamızın da sanat eğitimine verdiği önemin bir anlamı olsa gerek.
Bizim eğitimdeki yanlışlarımızın derinleşmesi, 24 Ocak 1980 kararlarından başlayarak, iki binli yıllarda zirveye ulaşan neo-liberal politikalara dayanır. Bu bağlamda özelleştirme nedeniyle eğitim, devletin asli görevi olmaktan çıkarılmış, uygulanan eğitim politikaları doğrultusunda sanat ve müzik kamunun ilgi alanının dışına taşınmıştır. En temel sorun, iktidarların konuya bakış açısıdır. 2023 Eğitim Vizyonu’nun temel adımlarından birisi, ortaöğretimde sanat derslerinin “seçmeli” olmasıdır ve bu da ileride çocukların etik ve estetik duygularının gelişmesini önleyecektir. Aslında şiddet eğiliminin ve hastaların sağaltımında, sanat ve müziğin önemi Osmanlıdan beri bilinen bir gerçektir. Hal böyle olunca, etik ve estetik değerlerin önemi nedeniyle, olumlu dil, eğitim ve sanat şiddeti önler diyebiliriz.
Şiddetin her geçen gün artmasına neden olan nefret söylemlerine bir kaç örnek verelim: “Kızlarına sahip çıksalarmış.” Burada toplumda insanların can ve mal güvenliğini koruma görevi olan devlet değilmiş gibi, aileler suçlu duruma düşürülerek, konu saptırılmaktadır. TBMM’deki kadın milletvekiline, “Hanımefendi sus, bir kadın olarak sus”, söyleminde kadın sessiz sedasız itaat etmesi gereken bir varlık olarak görülüyor. “Tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masum.” Bu söylemde de devlet sorumluluğu üstünden atmakta, mağduru suçlamakta, bununla kalmayıp şiddet gösteren kişiden yana taraf olarak şiddet göstereni cesaretlendirmektedir. “Kadınsa, o da iffetli olacak. Mahrem namahrem bilecek. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak, bütün hareketlerinde cazibedar olmayacak” söyleminde kadına dinci, cinsiyetçi bir yaklaşım söz konusudur. Bu durum, eğitim yoluyla, ders kitaplarında yer alan konulardaki dinci- eril yaklaşımlarla da pekiştirilmektedir. “Kadınlar iş aradığı için işsizlik yüksek.” Bu söylemde de kadın, işsizliğin nedeni olarak görülüyor, bir yerde suçlanıyor. Bu tür söylemler, şiddet içermekte ve şiddete özendirici işlev görmektedirler.
“Hamile kadınların sokakta gezmesi doğru değil” sözündeki gibi kadın, annelik üzerinden tanımlanarak dar alana, eve hapsedilmektedir. Kadınlarla ilgili söylemlerde cinsiyetçi, ayrımcı, aşağılayıcı dil Türkiye’de, kadın cinayetlerini %1500 artırmış ve son bir yılda 386 kadın öldürülmüştür. İntihar süsü verilerek öldürülenler ya da kaza süsü verilenler hariç. Onlar bilinemiyor ne yazık ki! "Anası tecavüze uğruyorsa neden çocuk ölsün, günahı ne? Anası ölsün öyleyse" sözü tecavüze uğrayan kadını, iffetsiz olduğu için bu olaya maruz kalmış olarak tanımlamakta ve suçlu duruma düşürmektedir. “Kadının fıtratında erkeğe köle olmak var” sözünün özünde, kadını mal gibi gören zihniyet bulunuyor. Okul kitaplarındaki görselde erkeğe hizmet eden, eşe çay getiren kapalı bir kadın buna örnek gösterilebilir. Burada kadına, ben olduğum için sen varsın mesajı verilmektedir.
“Ben kadın erkek eşitliğine inanmıyorum, fıtrata aykırı.” Kadınlar ve çocuklar kaba güçle savunma açısından erkeklerle aynı değil kuşkusuz, ancak bunu her konu ve duruma indirgemek yersiz ve gereksiz bir yaklaşım. Kadını aşağılayan açıklamalar, dilden davranışa geçmekte ve şiddeti toplumsal bir hastalık haline getirmektedir. Öte yandan hayvanların kolu bacağı kesiliyor, olayların üstü örtülüyor. Erkek Yetiştirme Yurdu’nda, küçük çocuklara tecavüz ediliyor. Durum ortaya çıkınca, işlem yapılması önleniyor. Karaman’da çocuklar cinsel tacize uğruyor. Sapık öğretmenin cezası, iyi hal nedeniyle indiriliyor. Şiddet, hastalıklı beyinlerde çocukken hayvanla başlayıp, giderek insana yönelen bir süreçtir. Buna iyi hal indirimleri de eklenince katmerleşiyor. Bunlar zincirin halkaları. Pervasızca şiddet uygulayanlar, kanun önünde sırtlarını bir yere dayamışçasına korunmaktalar. Mağdur, yargı ile de eziliyor. Mahkemeyi yöneten hakim yönlendirmeci sorularla sabıkalının avukatı gibi ve müstehzi ifade ile görev yapmakta. Hakim bu noktaya nasıl geldi ya da getirildi. Asıl sorun buradadır. Ülkemizdeki insana bakış, çocuk koruması ve namus anlayışı bu! Hayvan korumasına gelince, onların adı da, yasaları da yok ki korunsunlar.
“Medya olayları abartıyor. Kadına yönelik şiddet algıda seçicilik” sözü medyaya bakış açısını göstermektedir. Medya, genellikle kadına yönelik şiddet mesajlarında, muhafazakar içerikli ataerkil düzenin yarattığı saldırganların çizgisinden haber yapıyor. Gazeteler, kadına yönelik şiddet haberlerindeki dil ve fotoğraflarla, toplumun kadına bakışını ortaya koyuyor. Bu tür haberlerin veriliş biçimi, cinsiyetçiliğin yeniden üretilmesinde ve toplumsal alanda kabul görmesinde etkin olmaktadır. Kitle iletişim araçlarındaki kadın imajı, toplumda kadına yüklenen rollerle özdeştir. Bu rol güzel, iyi eş, iyi anne, iyi ev kadını ya da şiddet mağduru, cinsel obje olarak iyi-kötü biçiminde tanımlanmaktadır. Biri toplumsal kabul gören kutsal anne-eş, diğeri, aşağılanan, dışlanan kadın.
Yöneticilerin diline bakıldığında, ülkede şiddetin artması Türkiye’nin “şiddet toplumu” haline gelmesi doğal bir sonuç gibi görünüyor. Katarine Rutschky ve Alice Miller, ailelerinde şiddet görenlerin sonradan şiddet uyguladığını kanıtlamışlardır. Biz de ana-baba olarak gördüğümüz Devlet yöneticilerimizin, şiddet dilinden esinlenerek toplum olarak benzerini uygulamaya başlamış durumdayız. Yönetimdekiler, bilerek isteyerek kutuplaşmayı artırıyor. “Öfke bir hitabet sanatıdır” diyen bir lider, yurttaki taciz olayı için “bir kereden bir şey olmaz” diyen bir başkasını gördük. Bir parti lideri şiddete uğruyor, bir başka liderimizin dili şiddetli. Bunlar, eğitilerek geldikleri, benimsedikleri kültür örgüsünün sonuçları olarak karşımıza çıkmaktalar. Çocuklar sokakta sosyalleşemedikleri için sanal ortamda sosyalleşiyor ve şiddet içeren filmlerle oyunların etkisinde kalıyor, oyunu gerçeklik yerine koyuyorlar. Şiddetin çözümü eğitim, sanat, kültürlenme, kısaca insanlaşmadadır. Öğrenilmiş şiddeti, grup davranışı ile uzaklaştırmalı, çocuklara, gençlere, sonuçta topluma olumsuz örnek olmamalıyız. Aynı Gandhi’nin söylediği ve yaptığı olduğu gibi olumlu örnek olmalıyız.
Tüm bunlar bir araya geldiğinde ortaya çıkan fotoğrafta, “bir kadın çalışmayı tercih ederek fuhuşa hazırlık yapmış olur” gibi sözler sonucunda, kadınların yaşam tarzı sorun oluyor ve bu sorun giderek artırılıyor. Siyasal İslamcı yaşam tarzı topluma dayatılarak, zorlanarak benimsetilmeye çalışılıyor. Kadınlar tane ile sayılıyor. Kadın milletvekiline sembolik ve konu mankeni gözüyle bakılıyor, nesneleştiriliyor. Etik ve estetik değerlerden nasibini alamamış bazıları, insanlara, hayvanlara ve bitkilere şiddet uyguluyor, dalını, kolunu bacağını kesiyor, öldürüyor.
Şiddete karşı olarak direnişini sürdüren, Hindistan bağımsızlık hareketinin öncüsü Gandhi’nin, doğum günü Birleşmiş Milletler tarafından “Dünya Şiddete Hayır Günü” olarak ilan edilmiş. Dilerim, ülkemizdeki herkes bunu benimser ve davranışlarıyla topluma örnek olur.
Turgut Uyar, “Keşke bir şiir okumuş, bir kedi sevmiş olsaydınız. Belki bu kadar kirletmezdiniz dünyayı” diyor. O zaman savunmasız, zayıf, ne ve kim varsa insan-hayvan-bitki; dalını, kolunu, bacağını kesmez, onlara işkence yapmaz, yok saymaz, öldürmezdiniz.