Azize Teyzem çok hastaydı. İşe gitmek için evden çıktığımda hemen yolumun üzerinde olduğu için zaman zaman O'na uğruyordum. Halsizdi, ufak tefek sohbetler ediyorduk. Ben artık onunla sonsuzluğun kapısını aralayacak olan vedalaşma vaktinin yaklaştığını sürekli düşündüğüm için sohbete kendimi veremiyordum aslında.. Teyzem kendi anlatıp kendi dinliyor, ben de dinliyormuş gibi yapıyordum. Bu kısacık zaman aralığında bana inanılmaz bir hikaye anlatmıştı. Teyzem vefat etti... İnanın; anlattığı hikayenin kıymetini, üzerinden yıllar geçtikten sonra anladım.
Annemin babası... Halil Dedem, 7-8 yaşlarında iken aile büyükleri mübadeleye konu olan olaylar yüzünden Kosova Gilan (Gülhan Sancağı) 'ndan Türkiye'ye tabiidir ki zorunlu olarak göç etmeye karar vermişler. Halil Dede'm Kosova Gilan doğumlu. Anlatılanlara göre O ve abisi, göç eden bir topluluğa dahil olmuşlar ve başlarında 1. dereceden bir aile büyükleri de yokmuş.. Öyle tahmin ediyorum ki anneleri babaları savaşta öldürülmüş, onlara bakan yaşlıların da göç etmeye güçleri yetmeyeceğinden dolayı yazdığım gibi göç eden bir topluluğa dahil olmuşlar.
Günlerce yürüyerek, oldukça uzun mesafeleri kat ettikten sonra Meriç Nehri kıyısına varmışlar. Tabii ki karşıdan karşıya yüzerek geçecekler ki; abi kardeş topluluğun büyük bölümü ile birlikte kendilerini Meriç Nehrine atmışlar. Uzun süre kulaçlar atıldıktan sonra, dedem karşı kıyıya çıktığında arkasına dönmüş bakmış ki abisi yok... Belli bir süre beklemiş Meriç 'in kıyısında ama nafile, abisinden eser yok...
Mitolojik kahramanlar Orpheus ve Eurydike'nin hüzünlü aşk hikayesine tanıklık etmiş olan Meriç Nehri, bin yıllar sonra Halil Dedem ile abisinin hüzünlü ayrılık hikayesine de tanıklık etmiş. Ağlamalar, sızlamalar, sağa sola koşuşturmalar, sormalar, araştırmalar hiç biri netice vermemiş. Abi kardeş başladıkları yolculuk Meriç'in Türkiye kıyısında sona erdiğinde, dedem hayatının o olaydan sonraki kısmını, (sadece anılarında kalmış bir kayıp kardeş ile) tek başına yaşamak durumunda kalmış...
Bursa 'ya Demirtaş Nahiyesi'ne yerleşmiş. 8-9 yıl askerlik yaptığı anlatılırdı. Yine anlatılanlardan askerlik vazifesinden sonra Ormancı olarak görev yapmış diye biliyorum. Anneannem ile evlenmiş.
Anneannem sanki hiç güneş görmemiş gibi teni bembeyaz bir gelinmiş. Öyle ki bütün Demirtaş, gelin geldiğinde 'köye bembeyaz tenli bir gelin gelmiş' diye söylemlerle onu görmek için akın akın damat evine gelip merakla ananemi incelemişler.
Dedemler daha sonra Emirsultan'a taşınmışlar. Evleri Emirsultan Camii karşısındaki yamaçlarda Işıklar Askeri Lisesi'nin de alt tarafındaydı.
Emirsultan yamaçlarında dik Arnavut Kaldırımı yollarda çok dar aralıklı sokaklar mevcuttu. Anneannemlerin evi, bu dar sokaklardan birindeydi. Sokağın girişinde yassı şekilsiz doğal taşlarla örülmüş bahçe duvarı vardı, ev çıkmaz sokaktaydı. Evin karşısında penceresiz arka duvarı bir metre olan eski kiremitli bir ev vardı. Anneannemlerin evin giriş kapısından girdiğimizde, iki kişinin yan yana zor yürüdüğü bir yoldan ilerleyip karşıda merdivenlerle eve çıkıyorduk. Girişte en solda odunluk, odunluk yanında tuvalet, sonra banyo, banyonun yanında bir incir ağacı, incir ağacından sonra küçük bir boşluk, o boşluktan sonra da eve girişte solda bir divan vardı. Kapıdan tam girişte karşıda bir oturma odası, oturma odasının yanında da yatak odası vardı. Sağ tarafa doğru devam edildiğinde de mutfağa ulaşılıyordu.
Girişte sağdan itibaren taş ile işlenmiş yaklaşık bir metre yükseklikte duvar, duvar ardında boydan boya bir çiçeklik, o çiçekliğin başında armut ağacı, devamında da çeşitli çiçekler ekiliydi; çiçeklerden sonra da yine bir incir ağacı vardı. Girişten itibaren merdivenlere kadar yürüdüğümüz yol taş kaplıydı. Çocukluğumun en güzel, en sevimli, en renkli, en sakin, en dingin eviydi anneannemlerin evi...
Yazdığım gibi bahçesinde bir armut ağacı vardı. Armutlar olduğunda gittiğimiz zamanlarda yerdik, armutların tadı hala damağımdadır. Hatta dedem mi, anneannem mi hatırlamıyorum, biri kurutuyordu bile kalan fazla armutları dilimleyerek... Pek o tür şeyleri yemezdik çocukluğumuzda ama severek armut kurusu yediğimi bile hatırlıyorum.
Yaşlılık dönemlerini hatırlıyorum, tek yalnız onları ziyarete giderdim. Dedemin kendini bilmediği dönemlerde bile ziyaret ederdim ki; ananem anlatmaya çalışırdı dedeme 'Aşire'nin İsmail 'i geldi' diye... Kimseyle alıp veremediği olmayan dedem; sessiz, sakin, mütevazi, hoşgörülü ve güzel gülüşü olan bir insandı.
Dedem, ben 18 yaşımda iken vefat etti. O dönem yoğun bir şekilde çalışıyordum. Onun ölüm haberini nasıl, nerede aldığımı gerçekten hatırlamıyorum...
Hayatımda önemsediğim 2. Halil hikayesinin nasıl bittiğini hatırlamıyorum velhasıl...
Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun. Anneannemi çok sevdiği, her işinde ona yardımcı olduğu söylenir. Kadınına karşı naif ve duygulu davranan bir centilmenin torunu olmam önemli bir konu; 8 Mart 'a denk gelmesi anlamında 'bu konuyu yazmasam olmazdı' diye düşündüm ve de yazdım... Tabii ki tam da burada; naif ve duygulu bir adamın torunu olarak, doğumdan ölüme kadar hayatımızın her anında varlıklarını hissettiğimiz, bizi biz yapan kadınlarımızın Dünya Kadınlar Günü'nü yürekten kutluyorum.
Ve dedemin hikayesini sonlandırıyorum...
Bu hikayede adı geçen dedem Halil, size anlatılması gereken sıraya göre ikinci Halil'dir benim için... Böyle bir hikayenin içinden çıkmış bir adam, yaşadığı travmayı yeni bir hayata çevirebilmiş, aslında bir nevi kahraman bir adamdır; yüreklidir, merttir diye düşünüyorum.
Şöyle bir bakın etrafınıza;
“Çökertme” türkümüzü sevmeyen birini gördünüz mü hiç ?.. demiştik ya...
Çökertme Türküsünü her dinlediğimde; dedem Halil ve O 'nun hüzünlü 'kayıp kardeş hikayesi' de gelir benim aklıma...
Nasıl sevmeyeyim Çökertme Türküsünü, dinlediğim zaman nasıl içlenmeyeyim ki !..
Diline, kalemine sağlık