Elçi olarak Buhara’dan İstanbul'a gelmiş olan Recep Bey İstanbul'da öğretmen okulunda okumuştu. Türkiye'yi ve Türkleri iyi tanıyordu. Türkiye'de uzun süre kaldığı için son derece akıcı bir Türkçesi vardı ve İstanbul şivesi ile konuşuyordu. Bu heyet Mustafa Kemal Paşa başta olmak üzere hediyeler getirmişlerdi. Bu hediyeler içinde astragan deri kalpaklar ve halılar bulunmaktaydı. Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın kendisine armağan olarak verilecek astragan boz; İsmet Paşa'ya verilecek olan ise siyahtı. Fevzi Paşa ve diğer komutanlar için de ayrı ayrı astragan deriler getirilmişti. Mevcut hediye denklerinden ayrı olarak sarılmış ve dört ayrı parçadan oluşan bu armağanlardan bir tanesi Kur'an-ı Kerim diğerlerini de Buhara kılıç ustalarının yaptığı Pala şeklindeki üç ayrı kılıçtı. Enver Behnan Şapolyo, kılıçları görme olanağı bulmuştu. Kılıçlar son derece göz alıcıydı ve özellikle birinin üzerinde son derece değerli taşlar bulunuyordu. Heyet üyeleri yanlarında getirdikleri Kur'an-ı Kerim’in Timur'a ait olduğunu söylüyorlardı (Enver Behnan Şapolyo, a. g.m. s13). O tarihlerde Enver Paşa Buhara cumhuriyetindeydi. Ve henüz öldürülmemişti(şehit olmamıştı). Kılıçları bizzat o Buhara Cumhuriyet hazinesinden seçmişti ve bu seçtiği kılıçlar kurul üyeleri ile birlikte Ankara'ya gönderilmişti (Osman Kocaoğlu, Rus Yardımlarının İç Yüzü, Yakın Tarihimiz, I/9, 26 Nisan 1962, s. 293). (54).
Tarih 7 Ocak 1922'yi gösteriyordu
Gazipaşa Buhara Halk Sovyetler Cumhuriyeti temsilcilerini büyük bir konukseverlikle karşıladı. Karşılıklı iyi düşünce ve niyetler dile getirildi. Bu arada kurul başkanı Recep Bey Mustafa Kemal Paşa'ya üç Kılıç ve bir de Kur'an-ı Kerim armağan etti. Ayrıca adına Karakulu dedikleri kalpaklık astragan deriler de armağan olarak sunuldu. Kurul yanında bir de mektup getirmişti. Mektup bu arada kılıçları Buhara hazinesinden seçen iki üç yıl öncesine kadar Osmanlı Harbiye Nasır olan Enver Paşa tarafından yazılmıştı. Recep Bey yanında özenerek taşıdığı bu mektubu da Mustafa Kemal Paşa'ya sundu. Enver Paşa mektubundan Mustafa Kemal Paşa'yı ulusal Kahraman büyük Kumandan olarak niteliyor ve Gazi Mustafa Kemal Paşa hazretleri diye hitap ediyordu: “Yüksek huzurlarınıza takdim edilecek naçiz hediyelerle kılıçları seçmek şerefini kardeş Buhara Cumhuriyeti bana havale etti. Bundan dolayı tarifi imkânsız büyük bir Fahri gurur duyuyorum” (Osman Kocaoğlu, a.g. m. 292-29) (56).
Bu armağanlar maddi değeriyle değil tinsel ve simgesel yönüyle çok daha önemliydi. Kılıçlar zaferi, Kur'an-ı Kerim'de kutsal dayanışmayı simgeliyordu. Zafer Türk ordusunun olacağına ve bu bütün yürekleri yakıp kavuran bir özlem olduğuna göre Kılıçlar da Türk ordusuna aitti. Recep Bey bu nedenle kılıçların zaferi sağlayacak Türk ordusuna Buhara'nın armağanı olduğunu belirtiyordu. Kılıçların en şatafatlısı, göz kamaştırıcısı ve değerli olanının çok özel bir yeri vardı. Türk Ordusu ve bütün İslam âlemi için İzmir varılacak bir ülküydü. Bu nedenle Türk ordusunun İzmir'e girişi büyük bir arzu ve beklentiydi. Türk ordusu İzmir'e doğru yürüdüğünde bu Kılıç İzmir'e ilk girecek İzmir Fatih'ine armağan olarak verilmek üzere getirilmişti. Recep Bey İzmir'e ilk girecek Türk zabiti/ subayı için “İzmir Fatihi” deyimini kullanıyordu. Bu sözler Buhara Cumhuriyeti'nin söylemine daha Kılıçlar seçilip yola çıkmadan önce yansımıştı. İzmir yabancı ellerde olduğuna ve ülke topraklarından ayrı düştüğüne göre, onun kurtuluşu kuşkusuz dinsel ve ulusal nitelemeye göre yeni bir Fetih olacak İzmir'e ilk giren subayda doğal olarak İzmir'in Fatih'i sanını kazanmış olacaktı (56-57). Kur'an-ı Kerim ise dinsel dayanışmayı simgeliyordu. Buhara da müslümandı Türk halkı da. Bu nedenle dinsel bir vurgu ve niteleme ile Buhara din kardeşlerinin yanında olduğunu anlatmak istiyor; Kur'an Türk ulusuna armağan ediliyordu. Gazi Mustafa Kemal Paşa, kendisine emanet edilen Kur'an-ı Kerim ve kılıçları kabul ettikten sonra kurulun önünde son derece titizlikle seçilmiş sözcüklerden oluşan bir konuşma yaptı. Bu konuşma o dönemde Ankara hükümetinin yarı resmi yayın organı olan ve Atatürk'ün isteği ile çıkarılmış bulunan Hakimiyet-i Milliye gazetesine gazetesinde bire bir yer aldı (Hakimiyet-i Milliye, 8 Kanunusani-Ocak- 1922).
Paşa konuşmasına Buhara Halk şuraları Cumhuriyeti halkının ve hükümetinin Yürütme Kurulu ve bakanlar şurası adına gelen Muhterem heyete Türk halkı, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun hükümeti adına “hoş-amedi”(hoş geldin) eyliyordu. Ardından da Buharalıların milletimizle ırki ve dini revabıtı/ bağlantısı açıktır diyordu. Ona göre bu bağların o zamana dek faaliyet alanına geçmesine, istilacı ve zalim güçlerin varlığı neden olmuştu. Paşa burada bir parça da diploması gereği Türk Sovyet yakınlaşmasını düşünerek ve Sovyetlerin de bir parça batı kapitalizmine karşı savaşmasından güç alarak şark İnkılâbı kebiri deyimiyle Bolşevik devrimine vurgu yapıyordu. Bu büyük Devrim kahraman Türk ordularının da büyük bir iftiharını kazanmıştı. Bu büyük olay mazlum doğuluları günden güne sağlamlaşan bağlarla birbirine kenetlemişti. Paşa kurulun önünde devam ediyordu: “her ulusun kendi yazısını kendisinin belirleyici hakkını, yalnız kuramda değil eylemde de tanıyan Rusya Devriminin bir parçası olan bağımsız Buhara şuraları temsilcisinin Türkiye Büyük Millet Meclisinin başkanı sıfatıyla hükümetinize teşekkür ederim” “Buhara ailesinin Türkiye'deki Türk ve Müslüman kardeşlerine” armağan olarak gönderdiği Kur'an-ı Kerim ile Türkiye'ye Halk ordusuna bir takdir ve tebrik nişanı olarak gönderdiği kılıcın iki önemli Yadigar (hatıra) olduğunu" belirtti. Bu iki değerli Yadigar dine ve Tanrı’ya hizmetçi olan gücü temsil ediyordu. Paşa Recep Bey'e hitap ederken devam ediyordu: “bu emanetleri elinizden alırken kalbim heyecan ile dolu. halkımız ve ordumuz uzaklardaki kardeşlerimizden gelen teşciat ve tebrigat nişanelerinden şüphesiz çok mütehassıs ve mesrur (duygulu ve mutlu) olacaklardır. Dindaş ve karındaş Buhara halkının arzusunu yerine getirerek, Bu kitabı mukaddesi ( kutsal kitabı) millete, Seyf-i muazzez'i( kutsal kılıcı) de İzmir fatih'ine teslim edeceğim. Allah'ın inayetiyle İnönü ve Sakarya muzafferiyetlerini kazanan millî ordumuz, İnşallah pek yakında bu kılıcı da kazanmış olacaktır." Atatürk'ün Söyle Ve Demeçleri, II, Ankara1981, s.30) (58).
Mustafa Kemal Paşa üç kılıçtan yalnızca birinden söz ediyor ötekilere değinme gereği bile duymuyordu. Buhara Hükümeti Kur'an-ı Kerim'in Türk Milletine Armağan edilmesini, üç kılıçtan birini Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın; ikincisini Garp cephesi komutanı İsmet Paşa'nın kabul etmesini rica ederken; 3 kılıcın Türk ordusuna armağan olarak getirildiğini ve bunun İzmir'e girecek İzmir Fatih'ine verilmesini özellikle istemişti. Sırf bu istek bile hem Buhara Türklerinin Kurtuluş Savaşı'nı nasıl önemsediklerini gösteriyordu hem de İzmir'in işgalini nasıl bir etki yaptığını ortaya koyuyordu.( Cenap Çetinel, Üçüncü Kılıç, Ulus 9 Eylül 1968), Enver Behnan Şapolyo, a.g.m., s. 84- 87). (59).
İZMİR DÜŞÜ YÜREKLERDE BİR ATEŞ
Üçüncü Kılıç, işgal altında bulunan İzmir özlemi ile örtüşen bir anlam taşıyordu. Batı Cephesi Komutanlığı bir genelge yayınlayarak bu değerli kılıcın, İzmir'e ilk gelecek Zabite yani İzmir Fatih'ine verileceğini açıkladı (66). Kamuoyunda, tıpkı Buhara heyetinin ilk nitelemesi gibi, İzmir'e ilk girecek subay için” İzmir Fatihi” deyimi kullanılıyordu. Böyle bir toplum psikolojisinde Buhara Cumhuriyeti'nin gönderdiği ve özel bir anlam yüklediği kılıcın İzmir'e girecek ve bu kentin Fatih'i olacak ilk kişiye verilme kararı, Türk ordusunda subaylar ve neferler (erler) arasında büyük bir heyecan seli yarattı. İzmir sanki bir “Kızıl Elma”ydı. Şairler bu Kızıl Elma üzerine destanlar diziyorlardı. Ünlü hatipler en keskin nutuklarını İzmir üzerine dile getiriyorlardı. İzmir'e ulaşmak düşü artık yüreklerde kabarmış bir ateş topuydu. Yüzbaşı Şerafettin de bu düşü kuranlardan yalnızca birisiydi (72).
YÜZBAŞI ŞERAFETTİN
Bu düş Türk ordusunda vatanın kurtarılmasına kendisine adamış, binlerce Türk subayından birisi olan Yüzbaşı Şerafettin'in de yüreğini yakıyordu. Üçüncü kılıçla ilgili resmi duyuruyu o da arkadaşları gibi duyduğunda bölüğünün başındaydı. Bu sıralarda Türk Ulusu büyük bir saldırı ile düşmanı yurttan bütünüyle atmak için hazırlıklarını sürdürüyor, bir seferberlik havası içinde bulunuyordu.
Şerafettin Bey, Trabzon Maçkalı Bahriye adlı bir anneden ve Kırımlı İbrahim Bey adlı bir babadan 1889 yılında İstanbul'da dünyaya gelmişti. Çocukluğu Osmanlı'nın başkenti İstanbul'da geçti. Ailesi asker olmasını istiyordu. Bu Neredeyse her Türk ailesinin heves duyduğu bir eğitimdi. Böylece o 1906'da harp okuluna girdi. Bu okul Türkiye'nin yakın tarihinde rol oynamış çok önemli isimleri sıralarından geçirmiş bir okuldu. Üç yıllık bir eğitimden sonra Şerafettin Bey 1909'da Harp okulundan mezun oldu. Artık mülazım (teğmen) rütbesine kavuşmuştu. Zorlu günler onu bekliyordu (73).
FECİRDE TOP SESLERİ
İzmir'in işgalinden İzmir'in kurtuluş gününe dek 3 yıl, 3 ay, 24 gün geçmişti. Bu süre içinde Anadolu'da Yunan Ordusu akla gelmeyecek ölçüde büyük yıkımlar gerçekleşti. Yerli Rumlar bu kıyıma çekincesiz destek veriyorlardı. Türk-yunan Savaşı'nın değişik cephelerinde tutuklu bulunan Türk askerlerine, Yunan askerlerinden daha çok tutukluların geçirdikleri yerlerdeki yerli rumlar akıl almaz saldırılarda bulunuyorlardı. Genelkurmay ATASE Başkanlığındaki Arşiv Yunan zulümlerinin sayısız örnekleriyle doludur. Yine o raporlarda belirtildiğine göre Türk askerleri Hıristiyan kadınların hain bakışları önünden geçirilirken yine Yunan kadınları yumruklarını sıkarak haykırıyorlardı “gidiyorsunuz. Yunanlıların izmir'ini görmeye gidiyorsunuz; Fakat bugün, Mustafa Kemal sayesinde değil; azametli ve Şanlı Yunan Ordusu sayesinde..” (80). O yalnızca bir örnekti. Bu örnek gibi yüzlercesi her an yaşanıyordu. Savaş her koşulda yıkım getiriyor halklar birbirine kin güdüyorlardı. Tarafların anlatacaklarıyla örnekleri vardı. Halklar birbirine karşı düşmanlık duygularını geliştirirken sömürgeciler kazandıklarının ve kazanacaklarının hesaplarını yapıyorlardı. Türkler yurtlarına esaretten kurtarmak için çırpınırlarken, Yunanlılar ve onların yerli destekçileri İzmir'i Yunanlı olarak görüyorlardı. Onlar için İzmir artık her an oldu olacak gözüyle bakılan yeni yapay İyonya'nın sözde başkentiydi. Onlara göre İzmir'in geçmişteki tarihsel kimliği de Yunanlıydı o günkü kimliğide… Dolayısıyla Yunanlı İzmir'in, Yunanlıların elinde olmasından daha doğal bir şey yoktu.. Türk ise o topraklarda ancak Yunanlılık kimliğine tabi olmalıydı. Tutuklu Türkler, İzmir'den sürülürken Yunanlılar İzmir'e doğru götürülüyordu. Onlar için Mustafa Kemal Paşa'nın yapacağı bir şey de yoktu(!) (81).
Artık büyük taarruzla düşmanın yurt topraklarından sökülüp atılması planlanmıştı. 26 Ağustos Sabahı, fecirle yani Tan yerinin ağrıması ile birlikte, tam gecenin en koyu yerinin kızıllık düştüğü an saat 5.30'da Türk topçusunun endaht (silah) atışları ile Büyük Taarruz başladı. (Mustafa Kemal Atatürk, Söylev, II sayfa 494). Türk ordusu uzun zamandır cepheye yığınak yapmış ve sonunda Yunan ordusuna saldırarak bir imha( yok etme) eylemine girişmişti. Yüzbaşı Şerafettin Bey, Süvari kolordusuna bağlı 2. Süvari tümeninin 4. Alayında bölük komutanı olarak görev yapıyordu. Kolordu komutanı Fahrettin( Altay) Paşaydı. Süvari Kolordusu Kurtuluş Savaşı'nda önemli bir görev üstlenmişti. Kolordu'ya bağlı birliklerin en önemli özelliği seri hareket etmeleri idi. Uzun süreli mevzi savaşlarına girmek süvarilerin işi değildi. Düşmanın nakliye ve yürüyüş kollarına, destek görevi yapan unsurlarına, cephane ve erzak depolarına ani baskınlar yapmak; hedefine hızla darbeyi vurmak, mavzer ve kılıç darbeleriyle yok etmek ve aynı hızla çekilmek…… Coğrafyanın özelliklerinden yararlanarak atlarıyla seri hareket etmek ve hiç ummadığı bir anda düşman unsurlarının karşısına dikilivermek genel yöntemdi. Hiç geçilemez sanılan geçitlerden kayalıklardan geçmek, düşman mevzilerinin arkasına sızmak, düşman gerilerinde cirit atmak… Süvari atlarının mahmuzları düşmanın üzerine yönettiği topların ve mavzerlerin gürleyişine yağmur gibi yağan şarapnellere aldırış etmez seri biçimde “Yalın Kılıç” düşman unsurlarının üstüne atılırdı(83).
Oyalanmaz işini yapar ve toplanacağı yerde toplanırdı. Ordunun en hareketli, en kıvrak, en hızlı ve en taktik unsurlarından biriydi. Süvariler zamanla açlığa ve susuzluğa alışır, kimi zaman sıcak yemek yüzü görmez, yol boyunca buldukları ile yaşamaya alışırdı. Çünkü erzak taşımak ve onu zor zamanlarda pişirecek düzeneği kurmak her zaman olanaklı olmazdı. Çoğu zaman süvarinin yiyeceği, suyu atına bağladığı azık torbasındaydı. Kimi zaman günlerce at sırtında aç da açıkta diziler halinde yol alır, yanında taşıyabileceği büyüklükte topları taşırdı. Düşmanın arkasına sızar ve gerekiyorsa mevzilenir; tuzak kurar, tuzağa düşürür; cepheden ve açıktan mavzer ve kılıçlarla düşmana saldırırken, top atışları ile kaçış yollarını keser ya da imha edilecek ne varsa imha eder; ancak işini bitirince Yıldırım hızıyla çekilirdi. Süvariler, Kılıç darbeleriyle düşmanın tuttuğu hatları ve cepheleri yarar ve geçerlerdi. Çoğu zamanda piyade ve topçu destekli saldırılarda yer alırlardı. Yunan cephesi güçlendirildiği için, süvarilerin tek başına bunu ilk başta yapması pek mümkün olmuyordu. Türk piyadesiyle birlikte harekete geçtiğinde piyadenin açtığı gedikten sızıp arkaları tutmak süvarilerin işiydi. Bunun içinde süvariler piyade destekli hareketlerde ilk başlarda beklemek durumunda kalabilirlerdi. Bu sürenin bitiminde düşmanın beklemediği bir anda, en sıkı ve korunaklı düşman hatlarında, onarılamaz gedikler açarlardı. Yunan ordusundaki süvari sayısı Türklere göre daha azdı. Türk süvarisi Yunan ordusunun en çekindiği güçlerden biriydi (84). Süvari için önemli olan atı ve kılıcıydı. Bu iki şey, Türk süvarisinin en vazgeçilmez yoldaşıydı. Bir de başından hiç eksik etmediği, üzerine Hilal işlenmiş olan kalpağı…. Yüzbaşı Şerafettin de süvariydi. O da atının üstünde, düşman hatlarına kılıcıyla saldıran binlerce kahraman'dan yalnızca birisiydi (85).
Büyük Taarruz öncesiydi. Paşalar Akşehir'de toplandılar. Gazi Paşa'da toplantıdaydı ve askeri kurulu dikkatle dinliyordu. Yer batı cephesi komutanı İsmet Paşa'nın karargahıydı. Gazi Paşa kararını vermişti: Düşmana genel bir saldırı yapılacak, düşman vatanın bağrından koparıp atılacak, ne pahasına olursa olsun İzmir'e ulaşılacaktı. Akdeniz'in ağzındaki İzmir, esir düşmüş bir yurt parçası olarak kurtarılmayı bekliyordu; Elbette işgal edilmiş diğer yerler gibi… O tarihe kadar gerekli yığınaklar yapılmış, planlar hazırlanmış alternatifler gözden geçirilmişti ancak gene de son bir değerlendirme gerekiyordu. Gazi Paşa, genel amacını açıkladı. Paşalar, saygıyla Mustafa Kemal Paşa'yı dinliyorlardı. Genel plan üzerine görüşlerini komutanlara aktaran Gazi Paşa, Süvari kolordusuna bağlı tümenler ile ilgili düşüncelerini de açıkladı. Süvari Kolordu Komutanı Fahrettin Paşa'da toplantıda bulunuyor ve Mustafa Kemal Paşa'nın görüşlerini ilgiyle dinliyordu. Gazi 26 Ağustos günü genel saldırının başlayacağını açıkladı. Fecir zamanı ile toplar gürleyecek düşman bir baskın saldırısına uğratılacaktı. İlk darbeyi yiyenin kendini toparlayamaması gibi bu ilk saldırı çok önemliydi. Gazi Paşa'ya göre bu ilk saldırı başladığında süvarilerin pek yararı olamazdı. Beklemesini ve zamanın gelmesini bilmek gerekiyordu. İhtiyatlı olunmalı boşu boşuna kayıplar verilmemeliydi. Tam gerektiği zamanda ve gerektiği yerde konuşlandırılmış süvariler hareket etmeleri gereken anda gereken hedeflere yöneldiklerinde en etkili yararı göstereceklerdi (87).
Devam edecek
.....
Yazarın tüm yazıları için tıklayınız
.....