“İki Kasım 1943[1]” Karaçay Sürgünü
Hilmi Özden [2]
.
“İki Kasım 1943” isimli eser, Karaçay Türklerinin zorunlu göçlerini/sürgünlerini anlatmaktadır. Bu eser Halimat Bayramuk tarafından kaleme alınmıştır. II. Dünya savaşı yıllarında Karaçay halkının başına gelen acı ve insanlık dışı kitlesel sürgün, eserde görülmektedir.
.
Romanda kahraman, savaştan izinli dönen ve tabip subay olan bir bayandır. Adı Gokka olan bu bayan, izin sonrası tekrar birliğine teslim olamadan ailesi ile birlikte sürgün edilmiştir. Hayvanların taşındığı tren vagonların insanlar içinde kullanıldığı burada görülmektedir. Bir gece ansızın Karaçay köylüleri, önce askeri kamyonlara, sonra da trenlere bindirilmiştir. Eserde günlerce yolculuk yapan bu insanlar, o zor şartlar içinde hayatta kalmaya çalışmışlardır. Bu işkence ve zorluklar karşısında zayıf düşen kimi çocuklar, yaşlılar ve güçsüzler sürgün şehitleri olmuşlardır. “Gerekli imkân ve malzemenin olmamasından dolayı altlarını sidiğin pişirdiği bebekleri, aklını yitiren insanları, erkeklerle kadınların zaruri ihtiyaçlarını birlikte yaptığını okuruz: “Bu arada üst üste yığılıp duran insanlar arasında kendiliğinden bir musibet ortaya çıktı ki bu sürgünden daha feci olabilir. Hayâ denilen şey ezelden beri Karaçaylıların kanına işlemiş ahlakî bir erdemdir. Bu sebepten Karaçaylı, hayatı boyunca utanma ve hayâ duygularına sahip çıkmıştır. Onları terketmemek için kendini ateşe, suya atabilir. Burada... Burada ise bu nezih halkın iki ayağı bir pabuca sokuldu, insanlar zaruri ihtiyaçlarını gidermek için ne yapsınlar nereye gitsinler? Etrafları demir çemberle çevriliydi. Bu hengâmenin içinde, adamların kasıklarından tutarak sağa sola yürüdükleri görülüyor, dayanacak güçleri kalmayınca da kara kaputluların önlerine çöküyorlardı. Soldatlar(NKVD[3]’nin kara kaputluları) da oradan bir iki adım geriliyorlardı. Zamanla soldatlarla halk arasındaki mahal açık tuvalet halini aldı ve hava pis kokmaya başladı. Adamlar buraya sıkışarak geliyorlar, hafifleyerek dönüyorlardı. Kafalarını kaldırıp da çevrelerine bakmıyorlardı.”(s.45)
Karaçay halkı, İki Kasım 1943 Çarşamba sabahı, evlerinden alınıp önce kamyonlara sonra vagonlara yüklenmişti. Kapılarını açık, hayvanlarını başıboş bırakmışlardı. Savaş kahramanı Gokka, olanlara bir türlü inanamıyor, hatta inanmak istemiyordu. Stalin’e telgraf çekerek sürgünün yanlışlığını, hatta bütün bunlardan onun haberi olmadığını varsayarak ona anlatmayı düşünüyordu. Fakat her şey o kadar geçti ki. Artık vagonlara çoktan bindirilmişlerdi. Ayrıca üstündeki üniformanın hiçbir kıymeti de kalmamıştı. Çünkü devlet düşmanı ilan edildikleri için bundan sonra onlar “bandit” yani “haydut”tu.
Sürgün, Özbekistan’da belirli bölgelere yapılmaktaydı. Sınırlı yerlerde dolaşabilecekler ve bulundukları yerleşim alanlarından ise uzaklaşamayacaklardı. Hem ihtiyar savaşçı hem de Doktor Gokka, yiğit ve kahraman bir savaşçı oldukları halde horlanıp aşağılandılar. Sürgünün başlangıç dönemlerinde kendilerine “yerliler”den iyi davranan da kötü davranan da oldu. Zulme uğrayan bu sürgün halklar, zamanla geldikleri bu topraklarda yer yurt edindiler. Yöneticiler, Stalin’in emirlerini uygulamışlardı. Fakat Karaçay Türklerinden Sovyet saflarında savaşanlar bu sürgüne anlam veremiyorlardı. Hatta savaştan dönenler de sürgün yerlerine gönderilmekteydi. Dr. Gokka, neredeyse eserin sonlarına kadar Stalin’in haberi yoktur diye düşünecektir. Halbûki bu sürgün, Stalin’inin uyguladığı devlet terörü ve şiddetinden başka bir şey değildi. Nitekim Stalin Karaçay ve Kırım Türkleri başta olmak üzere, birçok masum halkı sindirmek ve soykırım uygulamak için zihnindeki düşünceyi hayata geçirmişti. Khrutşev’in “Anıları”[4]ndan “Vladimir İlyiç Lenin’in (1870-1924) ölümüne yakın yıllarda şöyle dediğini öğreniriz: “Stalin (1879-1953), aşırı derecede serttir ve bu zaafı aramızda ve biz komünistler arasındaki ilişkilerde hoş görülebilir, fakat Genel Sekreter olarak asla hoş görülemez. Bu yüzden, yoldaşların Stalin'in bu görevinden hangi metotla alınacağını ve yine hangi metotla yerine bir başkasının atanacağını düşünmelerini teklif ediyorum. Bu yeni seçilecek adam Stalin'den, her şeyden önce bir tek nitelikte farklı olmalıdır; daha kesinlikle belirteyim, çok daha hoşgörü sahibi, çok daha dürüst, çok daha nazik ve yoldaşlara karşı daha saygılı bir tutum içinde, daha az şımarık huyda, vb. bir adam olmalıdır.”[5] Lenin'in bu belgesi Partinin On üçüncü Kongresi'nde delegelere duyuruldu ve Kongre, Stalin'in Genel Sekreterlik görevinden alınması sorununu tartıştı. Fakat alınmak bir tarafa Josef Stalin 3 Nisan, 1922 ile 5 Mart 1953 tarihleri arasında Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin liderliği anlamına gelen Genel Sekreterliğini üstlendi. Bu dönem zarfında kanlı diktatörlüğü ile çoğunluğu Türk milyonlarca insanın kanına girdi.”[6]
.
Karaçay Türkleri yıllarca yerli Özbek Türklerinden kopuk yaşamaya mahkûm edilmiştir. Sürgünlerin, yerli insanlar ile bütünleşmelerinin engellenmesi onlarda; sosyal izolasyon, kültürel şok, kuralsızlık, yabancılaşma gibi ruh sağlıklarını etkileyen problemler de ortaya çıkartmıştır.
“İki Kasım
Mektubunuzu okudum, halkınızın hassasiyetini anlıyorum; ancak bu zor bir iştir. Adamlar her şeyi karma karışık etmişler! -Stalin'i kastediyor-. Şimdi her şeyi yerli yerine koymak gerekiyor. Beria[7] Kafkas Cephesi'ne gidip geldiğinde, "Kafkas Halkları kendilerini düşmana satmışlardır", diye, Stalin'e öyle rapor veriyor. Stalin de tuttu onları top-yekün sürgün etti. Onu bırakın düşman işgaline uğramayan bir kısım halkları da aynı şekilde sürgüne gönderdi. Nikita Sergeyeviç Khrutşev, bu son yıllarda Stalin'in üzerinde ağır bir hastalık olduğunu, bazı kimselerin onun bu durumundan yararlandıklarını da söylemiştir. "Halkın tamamının suçlu olması mümkün değildir, bunun aksini savunmak, Leninizme de ters düşer", diyen Khrutşev "satılıklar her halktan çıkmıştır. Parti kongresinde de ifade ettiğim gibi, imkânını bulsaydı Stalin, kırk milyonluk Ukrayna halkını da top-yekün tehcir edecekti, ancak, bu kadar insanı sürecek yer yoktu", şeklinde sözlerini sürdürmüştür.
Daha sonra Nikita Sergeyeviç Khrutşev şöyle konuştu: Bunların hepsi ülke düşmanı ise, faşist Almanları bu topraklardan kim kovdu? Hayır, bu doğru değil. Suçsuz insanları sürgüne göndermek onlar için hiç de zor olmamıştır. Sürgün harekâtını tamamlamak için kullanılan adamları madalyalar ve nişanlarla taltif etmeyi de ihmal etmemişlerdir."Bu sırada Nikita Sergeyeviç Khrutşev, Kazakistan'ı ziyaret ettiği sırada çevresine Çeçenlerin toplandığını ve onlarla konuştuğunu da anlatmıştır: "Çeçenlere -başkesenler- derlerdi, hani nerde? Bilakis onlar iş hususunda da kendilerini çok güzel ispat ettiler."Bu genel konuşmalardan sonra, Karaçaylıların meselesine geçiyor:- Sizin meselenizin esas zorluğu nedir derseniz, hiç bir suçu olmayan bir takım insanlar, zorla getirilerek sizin boşalttığınız yerlere iskân edilmişlerdir. Şimdi, oradaki mahalli yöneticiler, bu insanları geri gönderme taraflısı değiller. Meselenin her yönü inceleniyor, yavaş ilerlese de inceleme muhakkak devam edecek. Politik yönden rehabilite etmek, öyle sanıyorum ki bu yakında tahakkuk edecektir. Ancak, halkın dönüş meselesini de politik rehabilitasyon ile birlikte halledersek daha uygun olur, kanaatindeyim.”(s. 240-241)
Nikita Sergeyeviç Khrutşev, yukarıda zikredilen sözlerinde haklıdır. Çünkü sürgün yerlerinden vatanlarına dönen her aile, kendi evlerine oturup oraları sahiplenenler tarafından kabul edilmediler. Oysa sürgün yerlerinde onlara halk, kendilerini benimseyip kabullenmişler ve kötü gözle bakmamaya başlamışlardı. Aile dostu Rus Tötka Maria Gokka’ya “- Artık sizi geri göndereceklerdir, -dedi tötka Maria; görüyor musun o it Stalin ne biçim cinayetler işleyip durmuş?! “Halkın atası” diye, biz ona baş eğip durmuştuk, oysa. Orada da bir ölsün, mel'un herif! Vasia (Maria’nın kocası) ile ben kolhoza katılmak istemediğimiz için, nice acılar çektirdi bize Stalin! -diye, tötka Maria kendini tutamıyarak konuşurken. Gokka onun sözlerini bütün azaları titreyerek dinledi. Gokka'nın kuşağı gibi hiç bir kuşağı şartlandırmamışlardı: Baban da, anan da, dinin de, imanın da, bütün hayatın da Stalin; gerisi boş, diye yetiştirmişlerdi onları. O zamanki genç kuşak, “gerçekten böyle” diye içtenlikle inanmıştı, daha doğrusu inandırılmıştı. Şimdi de görüyorsunuz, madalyonun öbür yüzünü!”(s.234)
Karaçaylar vatanlarına dönmek istiyordu. Gokka da dâhil “bizi buraya üryan getirmişlerdi, üryan dönsek ne olur diyordu?” Karaçaylar, ancak on dört yıl sonra vatanlarına dönme hakkı kazanmışlardı. Bu dönüşler ise ancak Gorbaçov’un sekreterliği sırasında gerçekleşmiştir. O da bin bir zorluk, horlanma, istenilmeme içinde. Sürgün yerinde “İki Kasım 1943”te, gençlere yaşlılar tarafından sürgün şehitlerinin mezarlıkları, unutulan atalar, yok olan adetler, düğünler, şarkılar, millî benliği oluşturan unsurlar sık sık vurgulandı. Aydın kıyımları da “İki Kasım 1943”te okuyucuya hatırlatılmıştır. O yıllarda ailelerin çocukları bile ispiyoncu yapılmış; bir gün dürüst vatanperver insanlar ortadan kaybolmuşlardı. 1937 aydın kıyımı, Gokka’nın zihninde derin yaralar açmıştı. Çünkü Stalin’e o kadar inandırılmıştı ki. Odasındaki Stalin resmi’ni sürgün bitene kadar indirmedi. Sobaya atarken bile korkuyordu. Sobaya atınca alevler bir anda resmi yutmuştu. Kafkasya’ya dönerken Moskova’da Lenin’in mozelesi ile onunkini de ziyaret etmek zorunda kalmıştı. Gokka ve hemşehrileri köylerine döndüklerinde evleri yıkılmış bir garip köpekten başkası yoktu. Bu babasının köpeği Samır’dı. Onları görür görmez hayvancık onları tanıdı. Harabe haline gelen köyde yer alan bazı evler dağın ardındaki halklar tarafından işgal edilmişti. İşgalci konumunda olan aileler, yerleştikleri evleri terk etmek istemiyorlardı. Aralarında bazen öldürücü kavgalar ve sürtüşmeler olmaktaydı. Gokka, “her taşın yanı bizim için evdir” derdi. Gokka’ya ancak 1958 yılında bir ev verilmişti. Bu arada şehit eşi Aslan tarafından yazılan eser basılmıştı. Oğlu Artur’la beraber artık asıl vatan toprağında yaşamaya başladılar. Başından geçenleri unutmaya çalışsa da yaşadıkları asla zihninden gitmedi. Umutsuzluğa düştüğü anlarda; “Ata yurda küsülmez belki o bize küsebilir” sözünü söyleyerek teselli buldu. Karaçay Türkleri Anavatana döndükten sonra, yeni yurt edinen toplum tarafından aşağılanmaya muhatap olmuşlardır. Malları, mülkleri, bağları, bahçeleri yabancı halklara verilmiştir. Ev sahibi iken artık kiracı bile değillerdir, hatta edilmemişlerdir..
“İki Kasım 1943” romanının yazarı Halimat Bayramuk bizzat sürgünü halkıyla yaşamış bir Karaçay Türküdür. Onun yazdıkları Dr. Gokka çevresinde geçen gerçek olaylara dayanmaktadır.
.....
Yazarın tüm yazıları için tıklayınız
.....
________________________________________
[1] Halimat Bayramuk, İki kasım Bin dokuz yüz Kırküç, (Karaçay Türkçesinden Aktaran: Yılmaz Nevruz), Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1995.
[2] Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Türk Dünyası Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü
[3] Sovyet İç İşleri Halk Komiserliği
[4] Kruşçev’in (Khrutşev) Anıları (Türkçesi: Mehmet Harmancı) Milliyet Yayınları. birinci baskı.1971. II.cilt. s.288.
[5] Kruşçev’in (Khrutşev) Anıları (Türkçesi: Mehmet Harmancı) A. g. e., s.288.
[6] Ruşen Keleş- Artun Ünsal, Kent ve Siyasal Şiddet, Cagito Dergisi, Şiddet Sayısı, Ocak, 2007, s. 94.
[7] Sovyet Gizli Polis Şefi