Ukrayna’ya ilk defa 1999 yılında gittim. Bursa Kestel'de inşaat malzemeleri satıcısı ve Orhangazi'de kireç üreticisi hemşerim Ali Demirel, bayilerini Yalta’ya geziye götürürken beni de davet etti. Pek hoşlanmadığım ve güvenemeyeceğim biri idi. “Ağabey, sen beni sevmiyorsun biliyorum. Çok hemşerimize destek oldun. Benim de elimden de tut. O zaman nasıl biri olduğumu gör.. Misafirim olarak gel.." dedi. Bayilerle birlikte pervaneli bir uçakla önce Simperepol’a, sonra da Yalta’ya gittik. Otele yerleştik.
Lobiye indim 5-6 bayan oturuyorlar. Bildiğim tek kelimeyle "dobridin" dedim. Onlarda aynı karşılığı verip masalarına davet ettiler. Oturdum. Biraz İngilizce biliyorlardı. Yandaki çocuk hastanesinin doktorları imişler. Onlara da ikram için ne istediklerini sordum. İçecek siparişleri geldi sohbete başladık. Yukarıdan inenler beni görünce “dakka bir, gol bir” şaşırdılar. Beni tanıyanlar da gelip oturdular. Bayilerin çoğu anadoludan gelme, hayatlarında böyle bir olayla pek karşılaşmamış kişilerdi. Otelde akşam yemeği yoktu. Her biri bir bayanı yemeğe davet etti. İsimlerimizi sordular. Ben Mustafa dedim. Diğerlerini de Mustafa, Mustafa diye tanıttım. Onlara isimleri sorulduğunda cevapları Nataşa, Nataşa, Nataşa oldu. Hesabı vermeye kalktım, bayiler bana fırsat vermedi. Kalktım odaya çıktım.
İndiğimde lobide hiç biri yoktu. Müteahhit hemşerim İbrahim Değirmenci’nin muhasebecisi Ali yanıma geldi. Abi yemeğe gidelim dedi. Kalktık yürüyerek şehir merkezine gittik. Bir restorana oturduk. Kimse yoktu. Çeşitte yoktu. Var olan bir şeyler sipariş verdik. Etrafta çok sayıda 10-15 yaşında kızlar ordu gibi geziyorlardı. Bunlar KGB'nin bakıp büyüttüğü çocuklarmış. Sovyetler bitince serbest kalmışlar. Her türlü aleme dalarak yaşamaya çalışıyorlarmış. Bayilerden bazıları bunların yaşadıkları yere gitmiş. Kapı pencere, kilit ve elektrik yokmuş. Bizde onlardan öğrendik. Biraz sonra iki bayan geldi. Aynen dobridin ile masaya davet ettik. Onlar da Belarus’tan gelmişler. Biri çok güzel diğeri çirkindi. Ali "Abi bu benim olsun.." diye ağlamaya başladı. "Tamam" dedim. Otele döndük. Benim odada iki yatak vardı. Bayana "burda kalabilirsin, benimle bir işin olmayacak" dedim. Şaşırdı.. Ona acıdığımı ve maddi yardım için yaptığımı tahmin etmişti. Ali ise kıza aşık olmuş. Döndükten sonra birkaç bayi ile bunlar oradaki bayanlara epeyce maddi destek olmuşlar. Ali inkar ediyordu ama sürekli gidip geliyorlarmış.
Ertesi gün tur otobüsü geldi ve bizleri aldı. Yalta konferanslarının yapıldığı çarın sarayına götürdü. Denize karşı müthiş bir bina. Salonun birinde 10 metre genişliğinde, tavandan asılı rulo şeklinde kalın kadife perdenin, bir kısmı da yerde kat kat duruyordu. Sarayda tuvalet olmadığı için kral ve misafirleri ihtiyaçlarını bu perde üzerine gideriyorlarmış. İşi bittiğinde pisliğin üstüne bir kat perde daha kapatılıyormuş.. Şaşırtıcı değil mi? Perde bittiğinde ise, yenisi asılarak kirli olan yıkamaya götürülüyormuş. Osmanlının paylaşıldığı ve ikinci dünya savaşının bitirilmesine karar verilen yer bu bina idi.
Oradan Kırım Tatarlarının başkenti Bahçesaray’e gittik. Yol düz bir ova üzerinde. Şehre yaklaşılmadan görünmüyor. Bir çöküntü arazi üzerine kurulmuş. Aniden çok güzel bir vadiye iniyorsunuz. Sarayı gezdik. Mütevazi ahşaptan bir bahçeli ev gibiydi. Hanın oturduğu salon bizim oradaki köy odasına benziyordu. Fakat bahçedeki Ağlayan çeşme çok anlamlı idi. Bize anlatıldığına göre Kırım Hanı Giray’a iki leh (Polonyalı) prenses cariye olarak getiriliyor. Han Maria’ya aşık oluyor. Diğeri de Hana aşık oluyor ama Han onunla ilgilenmediği için Maria’yı zehirleyip öldürüyor. Bunun üzerine Han da onu öldürtüyor. Anısına da bir çeşme yaptırıyor.
Giray Han ustaya “Bana öyle bir eser yap ki kederimi dünya bilsin! Dünya durdukça bu çeşme de benim gibi ağlasın” der. Usta da, mermere acıyı ve yası ölümsüzleştiren bu keder abidesini oyar. Böylece şiirlere konu olan ve dillere destan bu çeşme ortaya çıkar.1764.
https://aysenozkaya.wordpress.com/2014/11/01/gozyasi-cesmesi/
Bahçesaray camisine gittik. Caminin içi bakımsızlıktan harabe olmuş. Bursa’dan görevlendirilen Erzurumlu genç bir imam görevli vardı. Caminin yarısına masalar koymuş ve piknik alanına çevirmişti. Bu ne iş diye sorduğumda camiye alışsınlar diye sosyal faaliyetlerde bulunuyormuş. Biz döndükten birkaç ay sonra gazetelerde hocanın şeytana uyduğu haber olmuştu.
Ertesi gün Sovyet döneminde görevliler dışında girişi yasak olan bölge Sivastopol’a götürdüler. İngiliz ve Fransızların desteğinde 1853 Osmanlı-Rus savaşının korkunçluğu halen belirgindi. O kadar bomba atılmış ki yıllarca ot bitmemiş. Halen daha top ve mermi parçaları toprakta görülüyordu. Savaşın başlaması ve gelişmesi ilginç..
Rusya'nın İstanbul'da görevli elçisi Aleksandr Mençikof isteklerinin reddedilmesi üzerine 19 Mayıs 1853'te İstanbul'dan ayrıldı. Rus orduları savaş dahi ilan etmeden 22 Haziran 1853'te Eflak ve Boğdan'ı işgale başladılar. Çar I. Nikolay, bu hareketinin bir savaş başlangıcı kabul edilmemesi gerektiğini açıkladı ve bu teşebbüsün bir güvenlik tedbiri olduğunu belirtti. Ancak, bu durum Avrupa'nın statüsünü değiştirmeye yönelikti. Bunun üzerine Avusturya'nın teklifi ile Viyana'da bir konferans toplandı. Fakat toplantıdan sonuç alınamadı. Bu sırada İstanbul'da, Rusya'ya karşı savaş ilanı için halk padişaha baskı yapmaya başladı. 4 Ekim 1853'te Rusya'ya bir nota verildi ve Eflak ile Boğdan'ın 15 gün içinde boşaltılması istendi. Rusya bu notaya kayıtsız kaldı ve tanınan sürenin sonunda savaş fiilen başladı.
Rus- Ukrayna savaşının gerekçesi de aynı.
Ertesi gün Simperepol’a, ordan da İstanbul’a döndük. Bir diğer nokta bugün yiyecek deposu diye adlandırılan ülkede ekmek bile kısıtlı idi. Kahvaltı için turlar misafirleri için Türkiye’den peynir ve yiyecek götürüyorlardı. Ali çok saygı gösterdi.
Ali ile Ukrayna'da yatırım kararımız ikinci bölümde.