Ahlak teriminin kesin bir tanımı yok. Dinden dine, kültürden kültüre, gettodan gettoya farklı ahlak anlayışları var. Bu nedenle ahlaksızlığın ortak tanımı yapılabilir mi?
Tarihi süreçte sosyal yapının ve davranışların köklü değişikliklere uğrayıp bu günkü yaşamın belirleyicisi olan Fransız ihtilaliyle, geleneksel ve dinsel kuralların çoğunluğu uygulanamaz hale geldi. Yeni zengin sınıfı burjuvazi sınır tanımaz bir biçimde kazanma hırsıyla piyasaları bozuyordu. Çıkarı doğrultusunda kumaşı dokuyucudan kolları uzun birinin kulacı ile satın alıp, kolları kısa birinin kulacı ile satıyordu. Öyle ki Fransa’da 30 binden fazla ölçü birimi kullanılmakta idi. Süratle oluşan yeni bujuvazi ile kralın asilleri arasında uyuşmazlık vardı. Fransız Bilim Kurulu toplanarak ölçü birimlerini standart hale getirmiş ve MKS (Metre, Kilogram, Saniye) sistemini kurmuşlardır. Ölçü birimlerinin hızlı bir biçimde etkinlik kazanması piyasların düzene girmesinde büyük katkı sağladı.
Napolyon taç giyip imparator olduktan sonra MKS ölçü sistemini zorunlu kılarak idari ve sosyal yapının da adil bir yapıya kavuşturulması için 1799 yılında İçişleri Bakanlığına (Adalet Bakanlığı + İçişleri Bakanlığına) ünlü matematikçi Laplace’ı atamıştır. İlk medeni kanun bu dönemde yapılmıştır. Kuraların standart hale getirilmesi ile oluşturulan yaşamın yeniden düzenlenerek hukuk sistemi zulmun engellenmesini esas almıştır. Zalime fırsat verilmesinin önüne geçilmeye çalışılmıştır.
Adaleti; kuralların standartlaştırılarak herkes için aynı uygulamaya tabi tutulması olarak tanımlayabiliriz. Kültürler de yapılan zulümleri ve ayrıcalıkları vicdansızlık, zalimlik ve ahlaksızlık olarak niteliyordu. Kiliseler tanrı adına insanları vicdanlı olmaya davet ediyor ve zorluyordu. Ama aralarında kilisede ilahi okumaktan başka hiçbir ortak yanları olmadığı gibi onları çalıştırıp aç bırakmadıkları için şükran bekliyorlardı. Dini kuruluşlara yaptıkları yardımlar ile de ahretliklerini güvence altına zaten alıyorlardı. Yaptıkları ibadetler ile ahlaklarının üst düzeyde olduğunu din adamları söylüyordu. Eski kültürlerin kural ve uygulamalarının etkisiz hale getirilmesi birinci şart olarak görülmüş ve Laiklik kuralı olarak adlandırılmıştır. Burda ki asıl amaç toplumları ilahi dinler öncesi kabile yaşamlarındaki kandaş anlayışa geri döndürmek içindir. “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için yaşamalıyız” anlayışıyla kuralların düzenlemesini sağlamak içindir. Bunu benimseyen toplumlara “ulus devlet” adı verilmiş ve bu devletler “sosyal devlet” ilkesiyle dayanışmayı taçlandırmışlardır.
Bunu nasıl yapacaklardı? Önce zulmedeni belirlemeliydiler. Asıl zalim olan ve zalimlere ayrıcalık tanıyan krallar yani devletlerdi. Devletin davranışlarını sınırlamakla işe başlanmalıydı. Bunu İnsan haklarını ve bunların elde ediliş şartlarının ve yöntemlerinin kurala bağlanması gerekliydi. Devletin yapısının temel kuralları ile birlikte insan haklarını belirleyen kanuna ANAYASA adı verildi. Sonra bu hak ve görevleri zalimlerden koruyan yasaklar (YASALAR) belirlenip kanun haline getirildi.
Ortaaçağ’da kiliseler ve dini kuruluşlar insanları ilahi metinlerde yer alan kurallarla tanrı adına yargılarken, Rönesans sonrasında kurulan mahkemeler, kral adına yargılamışlar ve cezaları uygulamışlardır. Fransız ihtilalinden sonra mahkemeler ulusal meclislerin çıkardığı yasalarla halk veya millet adına yargılamışlardır.
Batı kurumsallaşarak uygulamaları denetlemeyi büyük ölçüde sağlamış ve demokrasisini yükseltmede oldukça başarılı olmuştur. İnsan ilişkilerinde ve insan - devlet ilişkilerinde zulmün yani ahlaksızlığın önüne geçmeyi başarmıştır. Kimseye ayrıcalık tanımamıştır. Kimlik verdiği her insan onlar için aynı değerde olduğundan huzur ve güven içinde yaşama hakkını sonuna kadar sağlamakta ve savunmaktadır. Serbest ticaret ve dolaşım hakkının yanı sıra verilen güven ile kurulan bu yaşam biçimine insan hukuku yani “hukuk” adı verilir.
Bizde, Tanzimat fermanıyla başlayan ulus devlet kurma yolculuğu Türkiye Cumhuriyeti kurularak sağlanmıştır. Kandaşlık duygusu yaratmak için Türklük ve Atatürkçülük aşırı bir şekilde vurgulanmıştır. Bizim nesiller vatan için her şeyini feda etmeye hazır olduklarından 1970 ve 1980 yıllarının kasırgalarını yaşadık. Bu duyguları hala çoğumuz anlamadı.
1990 Yılında Libya’da 280 işçimiz vardı. Ortadoğu karışık olduğu için, devletten aldığımız hakedişi bankadan çekmedim. Üretimi kıstım. 6 ay sonra Amerika’nın Irak’a saldıracağı kesinleşmişti. Tüm işçilerin ücretlerini transfer ederek 10 kişi haricinde hepsini Türkiye’ye gönderdim ve orada kaldım. Türk şantiyelerine saldırılar oluyordu. Devamlı bizi ziyarete gelen Libyalı biri bizim kampa geldi. Ben onun polis olduğunu bilmiyordum. Bana bir zarar gelmesin diye kaleşnikofla benimle kaldı. Beş gün sonra beni uçağa bindirip Türkiye’ye gönderdi. Şantiyelere bir zarar verilmiyeceğini söyledi. Ben orda olacak tehlikeleri biliyordum. Fakat orası bir Türk şirketiydi. Ali’nin veya Mehmet’in olması önemli değildi. İlerde daha yüzlerce Türk işçi gelip ülkesine hem döviz kazandıracaktı, hem de çocuklarına daha iyi bir yaşam sağlayacaktı. Ulusal çıkar şahsi kayıplardan daha önemli idi. Peki bana bir şey olsaydı benim çocuklarım ne olacaktı?
Doğuya gidildiğinde ilk soru geliyor aklınıza; Hangi hukuk? Her aşiretin, her tarikatın, her topluluğun, her mafyanın kendine özgü ayrı bir hukuku yani ayrı bir yaşam biçimi var. Çoklu bir hukuk sistemi var. Her devletin Anayasası ve bunun gözetiminde yasaları var ama trafik polisi hatalı bir sürücüyü çevirdiğinde ilk duyduğu “Sen benim kim olduğumu biliyormusun?”.. Memursunuz karşınıza gelen bir kişi size bir kart uzatıyor. Kartta “İşbu kartı getiren hamili yakınımdır.” Diye yazıyor. Görevliyi endişeye düşüren bu şahıs kendisine ayrıcalık tanınan zalimdir. Hakkına razı olmadığı gibi görevliye de zulm etmektedir. Yani ahlaksızdır. Peki, onlara bu davranış hakkını veren nedir? FETÖ döneminde de bunları fazlası ile yaşadık.
Türkiye’de ki temel sorun: Meclisin çıkardığı kanunların çoğunun son maddesinde “İş bu kanun bakanlığın çıkaracağı yönetmenlikle yürürlüğe girer” diye yazar. O bakanlık çıkardığı yönetmenliğin son maddesinde de “İşbu yönetmenlik ilgili genel müdürlüklerin çıkaracağı genelgelerle yürütülür.” Diye yazar. Her genelgede son cümle “Işbu genelgelere açıklık kazandrmak için tamim yayınlayabilir” ibaresi ile biter. Bürokrasi tarafından hazırlanan bu düzenlemeler kişinin görüşüne göre değişir. Yasamanın düzenlediği kanun ile uygulama tamamen değişik olabilir. Bakanın imzaladığı yönetmenlik ile tamimler ters düşebilir. Böylece yasamanın ve yürütmenin yetkileri elinden dolaylı olarak alınmış olur. Eğer siyasetinde hoşuna gidiyorsa bunu sonuna kadar kullanıp hamiline ait kartlar çoğalır. Yönetimde yasaların standart uygulaması yani adalet ortadan kalkar. Bu konuyu muhalefet dile getirmez. Çünkü yarın iktidara geldiğinde aynı şeyleri o da yapacak. Kimlerin para kazanıp nasıl zengin olacağını belirleme şansını elde edecek. Yaşadığım ömür boyunca hep bunu gördüm. Biz kendimizi kandırabiliriz ama Avrupa Birliği kabullenemediğinden fasıl açmayı durdurdu.
Son söz: Dedem İmam Hatip Hamid Efendi Hocanın son nefesini verirken babama sorduğu soru: “Cennet o kadar güzeldi. Adem elmayı niye yedi?”.. Allah’ın her şeyi öğrettiği Adem dünyada yaşamayı tercih ettiğine göre, burayı insanların çirkinleştirmeye hakkı var mı?
Dünyaya zulüm etmekten vazgeçmeliyiz. Cengiz Han yasaları çıkardığında itiraz edenlere “Suyunda ruhu var. Şimdi suya işeyeni asmayalım mı?” sorusuyla karşılık vermişti..