Gün geçmiyor ki ülkemizde halka yönelik olumsuz bir haber duymayalım. Say say bitmiyor.
Son yapılanlar ise tam da “üstüne sürgü çekti” noktasında.
2016’dan bu yana, önce yerel sonra ulusal düzeyde yapılan “Nasreddin Hoca Fıkra Anlatı Geleneği” yarışması, geçen yıl UNESCO tarafından tüm ülkelerin oy birliği ile insanlığın ortak kültürel mirası olarak kabul edilmişti.
Ancak bu yıl Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) tarafından iptal edildi. İptal gerekçesi, İsrail’in Filistinli sivillere katliam yapması. Ama İsrail ile ticarete yas engeli yok. Burada güldürürken düşündüren fıkralara ve drama sanatına olan yaklaşımın olumsuz etkisi olduğu izlenimi uyanıyor.
Çünkü eğitimimizi giderek dincileştiren MEB; anlaşılan düşünen, sanat yapan, yaratıcı işler ortaya koyan insan yetişmesini istemiyor. Nitekim Cumhuriyetimizin 100. Yılı kutlamalarının yasla ve mitingle gölgelenmesi gibi burada da katliam imdada yetişti.
Oysa ABD’de bulunduğum sırada, oradaki bir öğretim elemanının elinde Nasreddin Hoca fıkralarının İngilizcesi vardı. ABD’li öğretim elemanı, Nasreddin Hocamızı okuduğunu, ona hayranlık duyduğunu anlatıyordu.
Bizde de Dünyanın kabul ettiği değerimiz, çeşitli bahanelerle çocuklarımızın elinden alınıyor. Onları mutlu, coşkulu çocuklar olarak yarınlara hazırlamak yerine, öteki Dünyaya hazırlama yoluna gidiliyor. Bu da devlet eliyle çeşitli bahanelerle yapılıyor.
Gelelim saymakla bitmeyen diğer olaylara. Yargıtay 3. Dairesi Anayasa mahkemesi üyeleri hakkında suç duyurusunda bulundu. Anayasaya göre koltuklarında oturanlar, Anayasal bir kurum olan ve verdiği kararlar kesin olarak uygulanması gereken Anayasa mahkemesi üyelerini yok saymakla kalmadı, bir de suçladı. Nasıl bir hadsizlik ve güç gösterisi!
Bu bize İngiltere’de olan bir olayı hatırlatıyor. Ölümler, İngiltere’de kilise çanlarının çalma sayısı ile tanımlanıyormuş. Kilisenin çanı tek kez çalarsa sıradan vatandaş, iki kez çalarsa bir asil, üç kez çalarsa kralın yakını, dört kez çalarsa kralın öldüğü anlaşılırmış. Çan bir gün beş kez çalmış. Ne oldu diye sorulduğunda, papaz “masum bir kişi mahkum oldu, adalet öldü, kraldan daha önemli bir şey var, o da adalet!” demiş. Türkiye’de adalet öldürülerek bir çeşit darbe yapıldı.
Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan belli idi. Bu noktaya geliş, iktidar tarafından oya gibi işlendi bugünlere adım adım gelindi. Asıl aymazlık vizyon yoksunu olan ve yeterli tepki ve etkiyi gösteremeyen muhalefet ile yetersiz kalan STK’larda. Çuvaldızı başkalarına batırmadan önce iğneyi kendimize batıralım, özeleştirimizi verelim. Şimdi artık çok geç kalsak da silkinip kendimize gelme, aymazlıktan kurtulma zamanı.
Çıkan son yasaya ne demeli? Kentsel Dönüşüm Yasası’ndan söz ediyorum. Adaletin öldüğünün gerçek bir kanıtı. Şehircilik Bakanlığı halen bina bulunan alanları da rezerv ilan edebilecek. Üstelik maliklere sorulmadan. Konutlar mahkeme süreci dahil 90 gün içinde boşaltılacak. Bu da Türkiye’deki mahkeme süreleri düşünüldüğünde, mahkeme sonucu beklenmeden evlerin yıkılması veya el değiştirmesi demektir. Zaten hangi ve kimin mahkemesi ile? Rezerv alanına alınan yerdeki konut sahiplerine başka yerden konut verilebilecek. Bu da onların evine çökülecek anlamı taşıyor. Rezerv alanlarındaki imar planı, parselasyon, ruhsat ve iskan aşamalarında belediyeler by-pass edilecek. Bakanlık tek yetkili olacak. Tek adam yönetiminin sonuçları.
Giderek Araplaştırılan ülkemizde onlara yer mi açılıyor, onlar olmasa bile kimlere yer açılıyor acaba? Bu gidiş daha çok su kaldırır. Çünkü dışarıda Türkiye’nin topraklarını ve dairelerini satmak için büro açanlara Devlet teşviği verilecek. Bu da bize bir şeyleri açıklıyor sanırım.