Bugün sayın okuyucularıma son zamanlarda Türkiye’ye karşı Yunanistan’la birlikte görüntü veren Suudilerin ve Körfez Emirliklerinin yakın geçmişine dair yüzyıl önceki gözlemlere dayanan bilgiler aktaracağım:

Rahmetli Zeki Velidi Togan bir konuşmasında çarpıcı bir ifadeyle şöyle demişti: “Türkler, Ebu Cehil’in gerçek adı olan Hişam’ı ve başka ne kadar Arap adı varsa çocuklarına verdiler. Ama biz, İslam’a en büyük hizmeti yapmış Alparslan adını tek bir Arap çocuğuna verdirtmedik.”                      

Sosyal medyada bunları okuyunca aklıma, ne hikmetse, hemen Falih Rıfkı Altay’ın Zeytindağı adlı eseri geldi. Falih Rıfkı Bey, Osmanlı devrinin son gençlerindendi. Birinci Dünya Savaşı’nda Cemal Paşa komutasındaki Suriye cephesinde ve Süveyş bölgesinde görev yapmıştı. Suriye cephesinde olan bitenlerin canlı şahitlerindendir. Buralarda çok zor şartlarda görev yaparken, İstanbul’da anlatılanların gerçeklerden ne kadar uzak olduğunu görmüş ve Zeytindağı adlı eserinde duygu ve düşüncelerini kaleme almıştır. Kitabının önsözünde bakınız nasıl bir giriş yapmış[1]:

“Hür bir fikir eğitimi görmeyenlerle anlaşmak imkanı var mıdır? Onlar da gerçeğin yüzde yüz yergi ile yüzde yüz övgünün belki de tam ortasında olduğunu bilmez değillerdir. Fakat eski zamanların kulluk ahlakına esirdirler… Tarihte gerçeğin ne lüzumu var? Osmanlı tarihi, bu sebeple, bir yalan alemi olmuştur. Yalan Şark’ta ayıp değildir.”

Bu satırları yıllar sonra tekrar okuduğumda, günümüzün gerçeği neredeyse yüzyıl önce bu kadar mı güzel anlatılır, diye aklımdan geçti doğrusu.

Andığımız eserinde Falih Rıfkı Bey, bugün kendi soydaşlarına ve dindaşlarına karşı İsrail’le ve ABD ile birlik içerisinde olduğu ayan beyan ortada olan  Suudi Arapların o günkü durumları hakkında da, günümüzdeki durumlarına ışık tutan çok değerli bilgiler veriyor[2]:

"…Çöl bedevilerinin altın ve kıymetli taştan başka dinleri yoktu. Sınır boylarındaki şeyhlerin göğsünde İngiliz ve Alman nişanları yan yana idi. Şeyh size kim olduğunuzu sorar, İngiliz misiniz?, Yaşa İngiliz! Türk müsünüz? Yaşa Türk! Siz vereceğiniz nişan veya altını hesap ediniz. O dakikada beklediğiniz iş yapılmıştır. İngiliz cephesinden at kaçırıp bize satan Bedeviler, dönüşlerinde bizim atlarımızı çalıp İngilizlere satarlardı. Harp cephelerinin ta ortasında saklanarak, kaçan tarafın ganimetlerini yenmiş olanlardan daha önce toplamak için hayatlarını tehlikeye atanlar az değildi."

Bu satırlarla aktarılan bilgileri, Selanik medresesi son sınıf öğrencisi iken 'bu şartlarda okumanın zamanı değil' diyerek İstanbul’a gelen ve orduya gönüllü yazılan rahmetli dedem İsmail Okur’dan da teferruatıyla defalarca dinlemişimdir. Ordu’da okuma yazma bilen kıt olduğu için dedemi doğrudan Suriye cephesine Cemal Paşa’nın emrine göndermişler. O tarihte dedem Falih Rıfkı Bey’den çok daha genç. Bir kum fırtınası sırasında harekat halindeyken Bedevilerin ani saldırısına uğramışlar ve dedem kılıçla ağır yaralı diye kumların ortasında olduğu gibi bırakılmış. Fakat ölmemiş, sabah düşman hesabına çalışan bir başka grup onu bulmuş ve İngiliz hastanesinde tedavi ettikten sonra esir kampına göndermiş. Hikayenin gerisi uzun. Falih Rıfkı Bey’in anlattıkları, dedemin anlattıkları yanında eksiği çok fazlası yok.

Seksenli yıllarda Suudi Arabistan’ın kuzeyindeki Hail kasabasında yol inşaatında Türk şirketinin proje müdürü idim. Hail Araplarının durumunu Falih Rıfkı Bey’in anlattıklarından bilirdim. Onları, bizimle her temaslarında dikkatle gözlemişimdir. Bir keresinde yükünü tutmuş bir Arap bana şöyle demişti: “Allah Arapları dünyayı yönetmemiz için yarattı.” Bu adamın suratına gerçeği çarpmadığım için hala pişmanlık duyarım.

Bakınız Falih Rıfkı Bey, Hail Bedevilerini nasıl anlatıyor[3]:

“Arabistan ve Irak çöllerinde yarı bağımsız şeyhlikler ve emirlikler olduğunu bilirsiniz. Bunlar, oturulan toprakla deniz arasındaki boşlukta hüküm süren devlet taslaklarıdır. Şeyh ve emirlere denizden İngiliz altını ve karadan Osmanlı Osmanlı altını gider. Gelir kaynaklarından biri de, gavze diye dinleştirilmiş baskın ve yağmalardır…. Aşiretlerin bulunduğu çöllerin içine henüz paradan büyük Allah girmemiştir. Para uğruna yapılmış her şey, Allah uğruna yapılmış gibidir.[4]

Falih Rıfkı, İbnsuud’un sülalesini böyle anlattıktan sonra Suud adını anar ve sözlerine şunları da ekler:

“Suriye ve Hicaz tabloları arasında bu çadır devletlerden birinin hikayesini anlatmalıyım: Bu bir emirliktir. Emir’in ismi Suud’dur. Yukarı Necd’de oturur. Payitahtı Hail’dir. Sultan Hamid zamanından beri İstanbul’da Reşit Paşa isminde bir elçisi bile vardı. Büyük harp başladığı zaman, hemen hemen yüz yıldan beri bağımsız idiler. İçlerinde 20 yıl, 24 yıl, 27 yıl hüküm sürmüş emirler sayılabilir. Emir’in siyasi vazifesi, İbnsuud’u güçlendirmek, Hicaz şeriflerinden hediye almak, Osmanlı hazinesinden altın çekmektir.”

“Halil’de halk üç sınıftır: Asiller, melezler, köleler! Asil olanlar dışarıya kız verip almazlar, bunlar için sanat sahibi olmak ayıptır. Melezler ak kadınlarla kölelerden çıkmış olanlardır. Kolaycılık, kasaplık, terlikçilik gibi sanatlar melezlerin elindedir. Köleler alınıp satılan zencilerdir.“

Falih Rıfkı Bey, kitabında bunlara yer vermesinin nedenini de anlatmıştır:

Hicaz isyanı oluncaya kadar biz bu Emir’e ve adamlarına uslu dursunlar, diye para veriyorduk. İsyan olduktan sonra Hicaz hattına gelsinler, hattı tutsunlar ve Şerif kuvvetlerini sıksınlar diye altın yolladık. Bütün altınlarımızı birkaç kişi aralarında paylaşıp aylar ayı yola çıkmadılar. Emir partisinin hem İngilizler, hem şerifler, hem de Osmanlılarla hoş geçinmekten, sonunda  kim kazanırsa onun hissesinden mahrum kalmamaktan başka tasası yoktu. Kervan kervan silahlarımızın ve altınlarımızın çölden getirdiği ses, duadan, vaadden ve mazeretten ibaretti. Emir ve adamları bir defa Medain[5]’e uğrar gibi oldular. Yemeklerimizi yiyip yeni altınlarımızı aldıktan sonra, yine dağıldılar. Önümüzdeki vesikalardan yalnız birinde Emir’in şahsına verilmiş yedi bin altının kaydını görüyorum.”

Savaş ortamının Osmanlı yönetimi bu adamların çevirdiği dolapların hepsinden haberli olduğu da anlaşılıyor. Emir’in İstanbul’daki elçisi Reşit Paşa’nın, Emir’e yazdığı bir mektup durumu gayet açık ortaya koyuyor: “Hükümet bana yeniden para verdi. Fakat bu sefer sizi mutlak hareket ettirmekliğimi istiyor. Ben oraya gelmeden, siz kendinize zekat vermediğini ileri sürerek bir kabilenin üstüne yürüyünüz. Ben sizi seferde bulmuş olayım. Eğer hükümet bana dediği gibi Mekke üzerine gidip de şehre girecek olursa, biz de hemen arkasından yetişiriz. Eğer hareket etmezse, ne yapalım, 'henüz seferdeyiz' derim.”

Falih Rıfkı Bey, sözü şöyle bağlıyor:

Silahlar, toplar, altınlar, develer ve erzak, hepsini, hepsini verdik. Ve bütün seferden bize yine ve yalnız Türk evlatlarının isimsiz, nişansız mezarından başka bir şey kalmadı.”

Malum olduğu üzere sonunda Osmanlı yenilir. Kudüs düştükten sonra trenler ordumuzu Anadolu’ya geri taşımaya başlar. Gerisini yine Falih Rıfkı Atay’dan okuyalım[6]:

“Anadolu hepimizi hınç, kuşku ve güvensizlikle bakıyor. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz. İstasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene, ‘Benim Ahmed’i gördünüz mü?’, diyor. Hangi Ahmed’i? Yüz bin Ahmed’in hangisini? Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor. ‘Bu tarafa gitmişti?’, diyor. O tarafa Adem’e mi, Medine’ye mi, Kanal’a mı, Sarıkamış’a mı, Bağdat’a mı? Ahmed’ini buz mu, kum mu, su mu, iskorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi? Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed’ini görsen ona da soracaksın: ‘Ahmed’imi gördün mü?’ Hayır… Hiçbirimiz Ahmed’ini görmedik. Fakat Ahmed’in her şeyi gördü. Allah’ın Muhammed’e bile anlatamadığı cehennemi gördü…. Ahmed’i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bu anaya anlayabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek. Fakat biz Ahmed’i kumarda kaybettik!”

Bu tren Anadolu’ya döndükten sonra, Antep’in, Urfa’nın, Hatay’ın ötesinde birçok Arap çadır devleti ortaya çıktı. Araplar yakın akrabaları olan Yahudilerle buluşmaktan başlangıçta pek memnundu. Şerif Hüseyin Hicaz’da, bir oğlu Ürdün’de bir oğlu Irak’ta üç devlete birden kral yapıldılar. Ama İngilizlerin gözdesi meğerse Suud’muş. Onları silahlandırdılar, Şerif’i Hicaz’dan kovdular ve Şerif’in Arabistan’ı Suudi Arabistan oldu. Bütün geliri hacılardan ve hurma satışından gelen Arabistan’da 1936’da petrol bulundu. 1938’de Kuveyt’te ve 40’larda Katar’da petrol bulundu. Petrolün üzerinde oturan Araplar, yoksul Araplarla geliri paylaşmak yerine onlardan korunmak için Amerikalılarla ve  İngilizlerle anlaştı. Yoksul Araplar bir zamanlar Suudilerin gelip Şerif’i kovması gibi, kendilerini kovamasınlar diye, onların korumasına sığındılar. Batı’da Mısır’da, güneyde Yemen’de, Arap tarihinin önemli merkezlerinde yaşayan Araplar yoksulluk şartlarına hapsedilirken, Muhammed Heykel’in sözleriyle, kenar mahallelerde oturanlar saraylara yerleşti. Oysa Osmanlı devleti, İslam dünyasının bütünlüğü bozulmasın diye Yemen için az fedakarlık yapmamıştı. Anadolu Türk gençliği Yemen’i korumak için yüzyıllar boyunca Yemen’e taşındı. Süveyş Kanalı’nın açılışından Birinci Dünya Savaşı’na kadar kanal yoluyla Yemen’e 2,7 milyon asker gönderilmiş, bana karşılık, bu askerlerden yalnız 300 bini aynı yoldan geri dönmüştü.[7]

Biraz bile tarih bilenlerimizin “Bura Yemen’dir, giden gelmiyor, acep nedendir?”, türküsünü dinlerken gözlerinin yaşarmasının nedeni, işte bu anlattığımız tarihi gerçeklerdir.

Cumhuriyet Türkiye’si, insan kaynağı sürekli çekilip cephelere sürülen Türk toplumundan elde kalan bakiyeler tarafından kurulmuştur. Geride kalanlar, sıtmalı, frengili, çocuk, kadın ve yaşlılardı. Anadolu’nun bütün gelişme kaynakları elinden alınmış, cephelere gönderilmişti. Alman cephesine bile erzak büyük ölçüde Anadolu’dan gönderilmişti. Sözlerimizi Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’in hatıralarından bir bölümle konumuzu bağlayalım. 

Ali Fuat Başgil, Birinci Dünya Savaşı’nda Erzincan cephesinde görevlidir. Birliğindeyken ağır bir hastalığa yakalanır. Arkadaşları onu sırtlarında Erzincan’daki hastaneye götürürler. Gerisini kendisi şöyle anlatır[8]:

“Beni yatırıp sımsıkı örttüler. Dört nefer omuzladı. Başta Ali Çavuş, Aslan Mehmetçikler, el değiştire değiştire karlı tepeleri indiler. Beni revire getirdiler. Revir, üç katlı, metruk ve harap  bir binanın üst katında idi. Baba Ali Çavuş beni sırtladı. Yukarı çıktık. Genişçe bir oda. İçeride, birliklerine iltihak için ayak sürüyen nekahetli beş altı subay. İddialı, gürültülü, dört kol iskambil oynuyor. Duvar gibi bir yere portatifi açtık. Mevlut, ben geliyorum, dedi ve kayboldu. Epeyce sonra Mevlut:

- Beyim, buranın havası bana sarmadı. Karşıda boş bir oda daha var, sobasını yaktım, gel seni oraya götüreyim, dedi.

Odada bizden başka kimse yok. Mevlut odun, tahta parçası, eline ne geçtiyse taşımış. Sobayı kızarıncaya kadar yakmış. Bütün gece iliklerime kadar kazındım. Ertesi sabah, iki doktor geldi. Biri misafir bir Musevi yedek subay, önce o baktı hiç tereddütsüz: inkişaf halinde tipik bir zatürre, dedi. Bunu duyunca gözlerim yaşardı. Tifo, tifüs gibi iki ölümcül hastalıktan sonra üçüncüsü. Bugünkü antibiyotiklerin bilinmediği o devirde, zatürre ölüm hastalıklarından idi.

Doktorlar beni teselliye çalıştılar. Terler kurtulursun, dediler. Öyle oldu. On iki gün sonra kendime geldim. Odamda gezinmeye, pencere kenarında oturup dışarıyı seyretmeye başladım. Pencerenin önü Kolordu hayvanlarının yüklenip boşaltıldığı genişçe bir meydan idi. Bir sürü kadın, havadan fırsat bulunca bu meydana geliyor, bir şeyler topluyordu. Ne topladıklarını göremiyor, merak ediyordum. Dışarı çıkmaya başlayınca ilk işim bunu öğrenmek oldu. Ne göreyim? Topladıkları hayvan gübrelerindeki erimemiş yem daneleri değil mi? Kadınlardan birine sordum:

- Tavuklara mı topluyorsunuz?

- Tavuk mu kaldı, hey oğul! Onları öğütüp, çorba, ekmek yapıyoruz.

Nasıl bir sefalet ve felaket içinde bulunduğumuzu bir defa daha anladım.

İŞTE BU MEMLEKETİN EVLATLARI, CEPHELERDE TAŞLI BULGUR, SUYA PEKSİMET  YERKEN, GERİLERDE ANALARI DA HAYVAN TERSİNDEN YEM DANELERİ TOPLAYIP YEDİLER. VE BUGÜNKÜ TÜRKİYE BÖYLE BİR MİLLİ FEDAKARLIK VE MAHRUMİYET ÜZERİNE KURULDU.”

Herhalde başka söze gerek kalmamıştır!..

..


[1] Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı, MEB Yayınları, 1992, sayfa IV

[2] a. g. e. sayfa 82

[3] a. g. e. sayfa 99

[4] a. g. e. sayfa 101

[5]https://islamansiklopedisi.org.tr/medain

[6] a. g. e. sayfa 113

[7] Oktay Yenal, Cumhuriyet’in İktisat Tarihi, İş Bankası Yayınları, sayfa 8

[8] AlimFuat Başgil’in Hatıraları, Boğaziçi Yayınları, 1990, sayfa 33-35

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.