Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada sorusu “En büyük eksiğimiz hangisidir?” olan bir ankete denk geldim.
Ankete katılan 4308 kişinin çoğunluğu, %43.8 oran ile “Ahlak” demiş. Onu %32.3 ile “Hukuk”, %19.6 ile “Eğitim”, %4.3 ile “Ekonomi” takip etmekte…
%32.3 oranında “Hukuk” denmesini gelecek adına umut verici buluyorum.
Sağlam, herkesin güvendiği bir hukuk sistemi, bilinçli bir eğitim… Anketteki diğer seçenekler dahil birçok şeyi düzeltebilecek bir şifalı bir karışım…
Ama…
Ahlâk seçeneğinin daha çok rağbet görmesi çoğunlukla toplumsal beklenti içinde olmamıza mı bağlı? Hukukun hâkim olduğu bir yapıda toplumun ne olduğu ya da olmadığı ile ilgilenen olur mu?
Önemli sorular…
İyiyi, güzeli, doğru olanı, hatta adaleti, yaşanılır bir hayatın inşasını, olması gerekeni yapmayı, değerler parantezinde farklı adlarla anılan idealize davranış biçimlerini başkasından/başkalarından beklemek…
Kısaca “toplumsal beklenti.”
Soyut kavramlara sorumluluk yükleme alışkınlığı... Tıpkı bir ergen gibi sorumluluktan kaçma refleksi de cabası…
Birçok şeyi Yaradan’a havale etmez miyiz?
Meşrebine göre… İnancına göre…
Kader diyen de var, davranışlarının çoğunun sebebini genlerine, kanına, hatta toprağına yükleyen de… Bireysel sorumluluktan kaçma meselesi o derece ki yeni yeni ortaya çıkan kabahati bilmem kaç kuşak önceki akrabalarında arama disiplinleri pek bir revaçta…
Al birini, vur ötekine…
O da başka bir boyut.
Toplum ahlaklı olsun, başkası hayatı güzelleştirsin…
Peki sen ne yapacaksın? Ya da bu hayata, ülkeye, dünyaya ve ahlaklı olmayı bile havale ettiğin topluma ne kattın ya da katacaksın? Bu konuda hangi eylemin, aksiyonun içinde oldun?
Belirsiz…
Olayın bir de bir başka boyutu ve oluşturduğu sorular var.
En büyük eksiğimiz ahlak diyen bu %43.8 bireysel olarak ahlaksız olduklarını mı söylüyorlar, yoksa bu toplumun içinde olmadıklarını mı?
Kim, kimin için “öteki?”
Ahlak kavramını nerede, nasıl ve hangi kriterlerle tanımlıyorlar?
Cevap(lar) ne olursa olsun, şikâyet edilen durum ya da durumların sürmesi kaçınılmaz. Çünkü, “ahlaksızım” diyorsan sıkıntı, kendini toplumdan soyutlamışsan sıkıntı, hele ki ahlakı belden aşağı ile sınırlamışsan daha büyük sıkıntı.
Şu bir gerçek ki hiçbir toplum temel insanî değerler açısından topyekûn kötü ve kusurlu olamayacağı gibi, yine aynı şekilde toptan iyi ve kusursuz olamaz. İnsan ne kadar iyiyi de kötüyü de içinde barındıran bir varlıksa insanın oluşturduğu toplumların da içinde her türlü iyiliği ve kötülüğü barındırması kaçınılmazdır.
Raconu hukuka kestirmezsen beşer daima şaşar.
Zaten tam da bu yüzden hukuk vardır ve adalet mülkün yani devletin temeli olmalıdır. Adalet olmazsa devlet olmaz, bekasıysa hiç olmaz.
Vatandaşlık bilinci, sorumluluk alma refleksi, kendimizden ve en yakından başlayarak hayatı yaşanılır kılma çabası, siyasetin “sembol” ve “kutsal” değerlerde değil hizmet ve kalitesinde konumlanması, sorunlara “benim işim görülsün yeter” değil de “bu soruna aynı sıkıntıyı yaşayanları, ihtiyacı hissedenleri de kapsayacak şekilde nasıl sistematik bir çözüm getirebiliriz?” sorusunda vücut bulan hak temelli yaklaşıma olan ihtiyaç…
Birey olacağız… Benliğimizi bileceğiz… Vatandaş olacağız… Klanlaşmadan, gettolaşmadan, cemaatleşmeden… İrademizi kimseye teslim etmeden… Annelerin acılarını günlere ayırmadan…
Ayrılıkları değil “aynılıkları” öne çıkararak…
Hukuku 783.562 km²’de hâkim kılmak öyle önemli ki!
Yani ülke dışındakilere ağıtlar yakıp milli yas falan ilan ediveriyoruz da Sinan Ateş’in, Rabia Naz’ın, Dorukhan Büyükışık’ın, Oğuz Arda Sel’in, Ali İsmail Korkmaz’ın, Ata Emre Akman’ın, Aybüke Yalçın’ın, Necmettin Yılmaz’ın, İbrahim Oktugan’ın, Eren Bülbül’ün, Uğur Mumcu’nun, Necip Hablemitoğlu’nun ve daha nicelerinin, aslında hepimizin bu topraklarda adalete yani hukuka ihtiyacı olduğunu unutmamamız gerek sanırım.
Merhamet ve vicdana mahkûm ve mecbur kalmadan…
Yolumuz uzun ve çetrefilli!
Ama kat etmekten başka da çaremiz yok.
Haftanın Notu:
Feodal güçlerin, tarikat ve cemaatlerin, ruhban sınıfının, etnikçilerin, kutsalları, sembolleri, acı ve yaraları kullanan siyasetçilerin güç sahibi oldukları, adaletin gelir dağılımı başta olmak üzere hiçbir yerde tesis edilemediği yerlerde demokrasi sadece bir temenni olarak kalmaya mahkumdur.
Dil sürçmez, bilinçaltı dile düşer çoğu zaman…