TEMA VAKFI, sosyal medya hesabından yaptığı “Sağlıklı Toprak, Sağlıklı Gıda” başlıklı videolu paylaşımında şöyle diyor.
Gıdamızın %95’i topraktan gelir ve çoğu bitkilerden elde edilir. Bir elmanın yetişmesinde güneşin, havanın, yer altı sularının ve toprakta yaşayan canlıların emeği vardır.
Sadece gıda mı?
Hayatı güzel ve yaşanılır kılan, her çiçeğin, her bitkinin, her canlının önce toprağa sonra birbirine ihtiyacı var.
Aşık Veysel’in “sadık yâri” varlığıyla, yaşattıklarıyla, korunması gerekliliği ile her anlamda önemli.
“Sadık yâr”, her şeyi verir de sen ona ne veriyorsun, nasıl davranıyorsun? O önemli… Toprak küsmese de kirlendiğinde ölür ve üzerindekileri öldürür.
Peki ya tohum?
Her tohumun kendine uygun toprağa ve şartlara ihtiyacı vardır, büyüyüp gelişmek, kök salmak, açmak, hatta meyve vermek için…
Tıpkı insan gibi…
Her insanın, her bir bireyin eşsiz birer “tohum” olduğunu düşünürüm ben. Yaşadığı ülkenin her bir vatandaşı için “bereketli topraklar” olması gerektiğini düşündüğüm gibi…
Her tohum nasıl ki kendisine uygun toprağa ihtiyaç duyuyorsa insanın da gelişmesi için, açması, meyve vermesi için uygun şartlara ihtiyacı vardır.
Kimilerinin fazlaca atıf yaptıkları Necip Fazıl zamanında “bu toprak çirkef oldu, bu gökyüzü bodurum” demiş ama yine kendisinin tarifiyle hayatın “namazla cennet takası yapan kaba softa ham yobaz” vizyonuna indirgenmesi son 22 yılın en acı taraflarından biri olmuştur.
Kendisini pek seven kimilerinin iktidara geldikten sonra ülkeyi onun olumsuz tarifleri noktasına getirmesi ironi değil de nedir?
Tıpkı 2000’lerin başlarına kadar “bu ülkede yaşanmaz” diyenlerin 2002’den itibaren güçten nemalandıktan sonra ülkeyi adım adım “yaşanmaz bir kuraklığa” sürükledikleri gibi…
Dedim ya, her insan içinde bambaşka güzellikler taşıyan bir tohumdur. Ama o güzellikleri paylaşması, ortaya çıkarabilmesi için uygun sosyokültürel ve ekonomik “toprağa” ihtiyaç duyar.
Bilim ve sanat bunun netleştiği en belirgin sahalardır.
Sen yetişmiş insanına “giderlerse gitsinler” dersen, gidenlerin yetiştiği toprağı zayıflatmış, hatta verimsiz hale getirmişsen, pırıl pırıl çocukların, gençlerin geleceklerini “el kapılarında” araması kaçınılmazdır.
İşte o zaman “bu toprak çirkef olur, bu gökyüzü bodurum.”
Toprak da çürür, tohum da… Çürüyor da zaten!
“Tohum” açısından da doğru toprağı bulmanın bedeli, “koca bir ömür” olmamalı!
Hatta hiç kimse “ben yanlış toprağa atılmış kıymetli bir tohumum” umutsuzluğuyla yaşamak, yaşıyor gibi yapmak zorunda kalmamalı bu coğrafyada…
O da ayrı bir konu.
Yetenek kelimesinin İngilizcede “gift” yani “hediye-armağan” anlamında bir karşılığı vardır. Her yetenek insana, her yetenekli insan da aileye, topluma, millete, ülkeye hediyedir.
İnsan nasıl ki yeteneğine sahip çıkıp geliştirmek zorundaysa, toplum da yeteneklerine sahip çıkmak zorundadır.
Kendisi de bir yazar olan, altı yıl önce kaybettiğimiz Türkçe öğretmeni Rahmi Çapkıner’den dinlediğim anlamlı bir anektod var.
1940’ların sonları...
Cumhuriyet Gazetesinin düzenlediği ve jüri üyeleri arasında Halide Edip’in de yer aldığı “Yunus Nadi Hikâye Yarışmasına” gelen hikayelerden biri fazlasıyla dikkat çeker.
“Oğlumuz”* adlı hikâye babalık duygusunu öyle güzel anlatmaktadır ki…. Ödüle layık görürler. Beri yandan da “’babalığı, baba olmayı’ bu kadar güzel anlatan bir adam muhtemelen olgun yaşlarda bir babadır. Biz nasıl olur da bu yaşına kadar böyle bir yeteneği keşfedemeyiz. Yazıklar olsun bize!” diyerek kızarlar kendilerine… Hayıflanırlar.
Ödül töreninde merakla beklerler bu gizemli yazarı…
Okudukları harika hikâyenin müellifi olarak, 20li yaşlarını yeni bitirmiş, o sırada bırakın baba olmayı henüz evli bile olmayan genç bir adam çıkar karşılarına…
O genç adam, sonradan Türk Edebiyatının önemli isimlerinden biri olacak Tarık Buğra’dan başkası değildir.
Galiba ihtiyacımız olan vizyon, tam da bu!
Yoksa kaybolan mı demeliydim?
Ne dersiniz?
* Oğlumuz hikâyesi Tarık Buğra’nın 1964 baskısı ‘hikayeler’ adlı kitabında yer almaktadır. Görsel: Fuat Şirvan Arşivi
Haftanın Notu:
Depremde toprak altında yardım bekleyen insanlara günlerce sela dinletenlerin İliç’te toprak altındaki insanlara halen ulaşamamış olması ve durumun “normalleşmesi” şaşırtıcı değildir.
Önerim, “kirlilik yoktur” diyen kimi siyasetçiler ve kamu yöneticilerinin hiçbir koruyucu elbise kullanmadan bölgedeki çalışmalara bizzat katılmaları, toprakla haşır neşir olmaları yönündedir.
Güneş balçıkla sıvanmaz, pankart kaldırtılarak gerçekler örtülemez. Tıpkı İsrail ile devam eden ticaretiniz gibi…