“Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil.” demiş Fuzuli; “çektiğim âlâmı (elemleri) bir ben, bir de Allah’ım bilir.” diye de devam etmiş.
Her ne kadar her geçen gün biraz daha büyüyen adaletsizlik ve adaletsizliğin temel sebepleri ideolojik ve inançsal bağnazlık (kesin inançlılık) konusunda yazdıklarımızla belki bir yere varamayacak gibi görünsek de ülkece yaşadıklarımız canımızı acıttığından, ifade etmeye çalıştıklarımızla ateşi söndürmeye çalışan karınca misali, “en azından safımız belli olsun” diyoruz. “Dilsiz şeytan” olmamak adına…
Adaletsizliğe, adaletsizlikten doğan yanlışlara, bizi gerek birey gerekse toplum olarak felakete sürükleyen talana “hayır” demek; birçok felaket, en son deprem canımızı yakarken yetkililere en azından “ne yaptığınızın farkında mısınız” diye sormak, vatandaşlığın da ötesinde, insanlık görevimizdir. Gelgelelim bu görevin ne toplum ne de kamu yönetimi açısından yeterince algılandığını sanmıyorum. Eskilerin deyimiyle “ifratla tefrit arasında” savrulup duruyoruz.
İtiraf edelim ki, vatandaşlık bilinci ve bu bilinç ve sorumluluğun doğurduğu demokrasi kavramı, sosyal açıdan henüz ergenlikten çıkamadığı görülen toplumumuz için fazlasıyla yeni kavramlar… Üstüne üstlük, başkalarının birkaç yüzyılda geçtiği aşamaları, sadece tek yüzyılda geçme gereği ve buna karşı direnç bu kadar güçlüyken işimiz kolay değil.
Yine itiraf edelim ki hem inançsal hem de sosyopolitik açıdan birilerinin peşinden gitmek, birey değil de mürit ya da birilerinin tebaası olmak (çoğu zaman ikisi birden), bilinçaltımıza işlenmiş bir “genetik araz” olarak içimizde duruyor. Bunu fark edenlerle, yanlışta ısrar edenler arasındaki ayrışma ve mücadele sürmekte. Bu sosyal tekâmül sürecini sağlıklı bir biçimde atlatacak mıyız; zaman gösterecek.
Canı yananın, canı yanmasın diye tedbir almak yerine her şey olup bittikten sonra ah, vah etmesi ritüel… Dahası can havliyle ona buna küfür ve hakaretler savurması; azıcık ağrısı dinince de tedbiri bırakın, acıya sebep olacak eyleme devam etmesi en çok rastladığımız şey… Beri yandan, en ufak bir tenkidi dahi, hakaret ve varlığına kast olarak algılayan yönetici modelimiz de inkâr edilemez gerçeğimiz. Her iki taraf açısından da inançsal ve ideolojik takıntılar her şeyin önünde dururken, bundan nemalanan kötü niyetliler de az değil.
Bu itibarla, böylesi bir topluma “sosyal itiraz” açısından önderliğe soyunmak, dirayet ve soğukkanlılık gerektiriyor. Sokağa çıktığınızda çoğunluk bir şeylerden şikâyetçidir, ama kimse değişime yanaşmaz. Dahası, herkes “biri halletsin de ben de faydalanayım” diye bakar. Her şeyin bir sebep-sonuç ilişkisine dayandığını düşünürsek, bugünkü perişanlığımızın çok da şaşırtıcı olmadığını görmek zor değil.
Bunun, bugünün meselesi olmadığını anlatan bir Nasreddin Hoca fıkrası ile toparlayalım.
Timur, Anadolu'da hüküm sürdüğünde, Akşehir’e bir fil getirmiş. Fil, tüm bağı, bahçeyi talan etmeye başlayınca, ahali soluğu Nasrettin Hoca'nın yanında almış.
“Bu fil bizi mahvedecek. Timur seni dinler. Şu işi bir hallet hocam?”
Nasrettin Hoca düşünmüş, taşınmış.
“Tek bir şartla” demiş; “siz de geleceksiniz.”
Halk kabul etmiş. Birlikte Timur'un yanına varılmış. Asabiyeti ile namlı Timur seslenmiş.
“Söyle Hoca, dileğin nedir?”
“Ben Akşehir halkı adına geldim efendim” demiş Nasrettin Hoca. “Onların derdine tercüman olmaktır dileğim. Diyorlar ki...”
Nasrettin Hoca, birlikte geldiği kalabalığı işaret etmek üzere şöyle bir yarım dönmüş ki; o da ne? Ardında hiç kimse yok!
Timur’un kulağına eğilmiş ve “Diyorlar ki,” diye devam etmiş.
“Şehre saldığınız fil, öyle hayırlı, uğurlu ve yararlı bir hayvanmış ki, herkes halinden ziyadesi ile memnun... Ama yalnızlık çekiyor zavallı hayvan… Kerem edin, bir tane daha gönderin!”
“Teşbihte hata olmaz” derler.
Yalana, dolana, talana “artık yeter!” demek için “daha kaç fil lazım?”