"Beni kötülerin zulmü değil, iyilerin sessizliği korkutur." Martin Luther King
Avrupa hukuk literatürüne, savaş hukuku üzerinde ilk satırlar, 17. yüzyıldan itibaren, İslamiyet’in ilk uygulamalarından bin yıl sonra girmiştir. Ancak 20. yüzyıl ortalarına kadar uygulama alanı bulamamıştır. Devletler hukukunun kurucusu sayılan Hollandalı düşünür Hugo Grotius (1585-1645), “Savaş ve Barış Hukuku” adlı eserini 1625 yılında yayımlamıştı; söz konusu eserinin önsözünde yer alan 28. paragrafta kitabını niçin yazmak zorunda kaldığını anlatırken, Avrupa’nın durumunu şöyle ifade etmiştir:
“Hıristiyanlık dünyasının her yanında, savaşla ilgili öyle delicesine bir başıboşluk görmekteyim ki, bundan en barbar halklar bile utanç duyarlardı. Hiçbir neden olmaksızın, incir çekirdeği bile doldurmaz nedenlerle savaşa atılanlar görülmektedir; bir kez ele silah alınınca da, Tanrı ya da insan yapısı her türlü hukuk ayaklar altında çiğnenmektedir. Sanki bir genel buyrukla, artık ölçü- süzcesine, her türlü suç işlemeye izin verilmiş gibi.”
Grotius eserinde, yenilen düşmanın malına el koyma uygulamasına sınır getirmeyi, esirlere ölçülü davranılmasını, aşırı cezalara çarptırılmamalarını, aşırı iş yüklenmemesini savunmuştur. Ayrıca Grotius, savaşa girişmeyi haksız düşüren nedenleri de incelemiştir. Şu cümle kitaptaki bir bölümün başlığıdır: “Çıkar gözetici nedeni olup da haklı gösterici nedeni olmayan savaşlar soyguncuların giriştiği savaşlardır.”
“Adalet görünümüne” büründürülmüş sahte nedenler de aynı eserde incelenmektedir. Grotius’ un üzerinde önemle durduğu konulardan biri de, “onların iyiliği için yapıldığını öne sürerek, bir halkı boyunduruk altına almak için savaşa girişmek” şeklinde ifade ettiği haksız savaştır.
Grotius’a göre, “daha verimli toprakları elde etmek isteği” de haksız savaş nedenlerindendir. Bataklıklarda veya çöllerde yaşayanların, daha verimli topraklara kavuşmak için giriştiği savaşlar da haksız savaşlardır. Bunun yanında, Tanrıya karşı suç işlendiği gerekçesiyle başlatılan savaşlar da haksız savaş olarak nitelenir; çünkü “Tanrı yüksek kişiliğine karşı işlenmiş suçları cezalandırabilecek güçtedir”. Avrupalıların söz konusu kitabın yayınlanmasından önce ve sonra yeryüzündeki mazlum insan topluluklarına karşı işlediği bütün suçlar Grotius’un eserinde yargılanmış ve mahkûm edilmiştir. O zamanlar Groitus’un ülkesi olan Hollanda, bilimde, teknolojide ekonomide, denizcilikte Avrupa’nın en güçlü ülkesiydi. Tek bir eksiği vardı: Nüfus. Sonuçta nüfus azlığı ve “ideoloji eksikliği” yüzünde Hollanda kaybetti ve amansız rekabette geri planda kaldı. Grotius’un eseri sayesinde, haklı savaş/haksız savaş kavramlarını duymadığını öne süremeyecek durumda olan Avrupa’nın, Hollanda’yı gölgede bırakan yeni güçleri 21. yüzyıla kadar dünyanın her tarafında haksız savaşlar yürüttüler. Grotius’un suç olarak ya da haksızlık olarak nitelediği bütün fiiller bol bol işlendi.
Sonuç olarak, Avrupa güdümlü savaşlar, Grotius’un gayret ettiği gibi insanileştirme doğrultusunda değil, tersine vahşeti tırmandıran biçimde cereyan etmiştir. Aydınlanma Çağı’nda Malthus’un, Hegel’in, Nietzsche’nin ve Clausewitz’in fikirleri doğrultusunda, barbarlık düzeyi Grotius’un şikayetçi olduğu düzeyin çok daha üstüne tırmandırılmış, savaşta barbarlık doğal durum olarak nitelenmiştir. Adını saydığımız Aydınlanma Çağı düşünürleri, Grotius’un insani fikirlerine baskın gelmiştir. Grotius’un fikirlerini benimseyen ve geliştirmeye çalışan bir Aydınlanma Çağı filozofu tanımıyoruz. Ancak Malthus’u, Hegel’i benimseyen ve onların takipçisi durumundaki birçok filozof, Aydınlanma Çağı vitrininde ön saflarda anılırlar.
Avrupa’da, savaşlarda insan haysiyetine aykırı tecavüz ve işkence gibi uygulamaların ve savaşa katılmayanların öldürülmesinin önlenmesiyle ilgili çalışmalar ilk kez 1864 Cenevre Sözleşmesi’ nde ve 1907 Lahey Sözleşmesi’nde hükme bağlanmıştır. Mesela, savaşa girişmeden önce savaş ilan etme hükmü ilk kez 1907’de Lahey’de yazılı metinlere girmiştir. Ancak şu hususu da ekleyelim ki, daha sonra bu hükümlerin hiçbirine uyulmamıştır. İlerideki bölümlerde başka örneklerini inceleyeceğimiz gibi, günümüzde de, Avrupa-dışı milletler söz konusu olduğunda vahşet uygulamaları, kâh birbirine düşürerek tahrik etme (Ruanda), kâh bizzat uygulama (Vietnam, Kenya), kâh görmezden gelme (Çad, Nijer) şeklinde sürmektedir. Michael Walter’in Haklı Savaş/ Haksız Savaş adlı eserinde Amerikalıların Vietnam’da Mai Lai köyünde yaptıkları katliam, bakınız nasıl anlatılıyor:
“…Vietnam köyüne giren bir ABD bölüğü, orada sadece siviller, yaşlı adamlar, kadınlar ve çocuklar buldu. Öldürmeye başladılar. Bir kenara ayırıp veya guruplar halinde toplayarak vuruyorlardı. Köylülerin apaçık çaresizliklerini, merhamet çığlıklarını görmezden geliyorlardı. 400-500 insanı katledene kadar durmadılar. Bu askerler namıma söylenen şey, çarpışmanın ateşiyle (çarpışma falan yoktu) hareket etmedikleri, resmen açıklanmasa da aslında bütün Vietnam halkına karşı yürütülen, hem zalim hem de zalimleştiren bir savaşın şartlarında bu eylemi gerçekleştirdikleridir...”
İkinci Dünya Savaşı döneminde meydana gelen tecavüz olaylarını sayılarla verelim:
Savaş sonunda Almanya’yı işgal ettikleri dönemde, Rus askerlerinin 1,9 milyon kadına tecavüz ettiği, Almanların da işgal sırasında Doğu Avrupa ülkelerinde 3 milyon kadına tecavüz ettiği bilinmektedir. Bu tecavüzler sonucunda doğan çocukların sayısı da çok büyüktür. Aynı şekilde, Amerikan askerleri Filipinlerde on binlerce kadına tecavüz etmişler ve kadınları sürekli olarak fuhuş yapmaya zorlamışlardır. Aynı şekilde Sırpların da 1992 yılında Bosna-Hersek’te 10-15 yaşındaki çocuklardan ihtiyar kadınlara kadar 40 bin Boşnak kadınına tecavüz ettikleri bilinmektedir.
1928’de, Kellogg-Briand PaktıÑ ile “uluslararası anlaşmazlıkların çözümü için savaşa başvurmak” yasaklanmıştı. Antlaşma, başlangıçta 15 ülke tarafından imzalanmış ve daha sonra katılım 62 ülkeye çıkmıştı. Ne var ki İtalya, Habeşistan’ı işgal ederken ve Japonlar Mançurya’ya saldırırken, önceden ilan etmeden savaş başlatmışlar, böylece imzaladıkları antlaşmanın yükümlülüklerinden kurtulduklarını düşünmüşlerdir[viii].
1945’den bu yana 192 ülke Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ni onaylamış ve “üye ülke” olmuştur. Üyeliğin ana yükümlülüğü söz konusu sözleşmenin Amaçlar ve İlkeleri açıklayan 1. bölümünde, 2. maddenin 4. bendinde şöyle ifade edilmiştir[ix]:
“Tüm üyeler, uluslararası ilişkilerde herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığına karşı güç kullanmaktan ya da güç kullanma tehdidine başvurmaktan ve Birleşmiş Milletlerin amaçlarıyla bağdaşmayan her türlü davranıştan kaçınmalıdır.”
Michael Byers, Savaş Hukuku/Soykırımdan Son Kırıma adlı eserinde bu maddenin anlamının açık olduğunu şu sözlerle vurguluyor: “Sınır ötesi güç kullanımı kesinlikle yasaktır.” Söz konusu maddenin bu şekilde açık ve net yorumlanabilmesinin gerekçesi 1969 Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’dir.
Soğuk Savaş döneminde, Büyük Güçler arasında cereyan edebilecek bir savaşı önlemek amacıyla kabul edilen antlaşmalar ve Birleşmiş Milletler kararları, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra uygun manevralarla aşılması gereken engellere dönüşmüş, uluslararası hukuk, laf cambazı diplomatlar ve politikacılar elinde oyuncak olmuştur.
Bu konuda birçok örnek olay üzerinde durulabilir. Çizdiğimiz çerçevenin dışına taşmadan burada vereceğimiz birkaç örnek yardımıyla, konuya bir nebze açıklık getirmekle yetinmek durumundayız. Örneklerimiz, terörist eylemler karşısında devlet marifetiyle yapılan bazı karşı terör eylemleriyle ilgili olacaktır.
7 Haziran 1981’de, 8 İsrail uçağı, savaş halinde olmadığı Irak’a aniden saldırdı. Hedefi Bağdat yakınlarındaki inşa halindeki Osirak nükleer santralı idi. Bu tesis Fransa’nın teknik desteği ile yapılmaktaydı. Her nedense, saldırı günü inşaat sahasında tek bir Fransız uzman yoktu. Bu saldırı meşru müdafaa iddiasıyla savunuldu.
İsrail’in böylesine haksız bir savunmayı öne sürebilmek için elinde bazı cesaretlendirici örnekler vardı. Kendisi 1967’de, Altı Gün Savaşı’nı önceden savaş ilan etmeden, Mısır’a ve Suriye’ye ansızın saldırarak başlatmıştı ve ona BM Antlaşması hükümlerini çiğnediği için yaptırım uygulanmamıştı. Zaten arkasındaki güç olan ABD, başarısızlıkla sonuçlanan 1961’de, Domuzlar Körfezi Çıkarması yapmış, daha sonra 1962’de Küba’yı ablukaya almış ve kendini “bölgesel barışı koruma” iddiasıyla savunmuştu[x]. O zamanlar Soğuk Savaş’ın sert geçen yıllarıydı ve bu sözlerin ifade ettiği tamamen hukuk dışı anlam sorgulanmadı.
Nisan 1986’da, Batı Berlin’de Amerikalı askerlerin devam ettiği bir gece kulübüne terörist bir saldırı olmuş ve 3 kişi ölmüştü. Olayın üzerinden 10 gün geçince ABD Libya’da bir dizi hedefi bombaladı ve saldırıda 15 sivil öldü. ABD yaptığını nefsi müdafaa eylemi olduğu iddiasıyla savundu.
7 Ağustos 1998’de Kenya’da Nairobi ve Tanzanya’da Darüsselam ABD elçiliklerinin önünde kamyona yüklenmiş bombalar patlatıldı. Olayda 12 Amerikalı ve 200 kadar da Kenyalı ve Tanzanyalı sivil öldü. İki hafta sonra ABD, Afganistan’daki bir kasabaya ve Hartum’da bir ilaç fabrikasına 79 adet Tomahawk füzesi attı. CİA, ilaç fabrikasında kimyasal silah üretildiğini iddia etti. Ne var ki daha sonra bu iddianın doğru olmadığı ortaya çıktı[xi]. ABD hükümeti bu savunulamaz eylemlerini meşru müdafaa eylemi olarak göstermeye çalışıyordu. ABD başkanı Bill Clinton, bu olaydan sonra İngiltere başbakanı Tony Blair’i, Fransa başbakanı Jacques Chirac’ı ve Alman şansölyesi Hellmut Kohl’u telefonla arayarak destek istedi. Hiçbiri yaşanan hukuksuzluğu eleştirmedi ve Clinton’a istediği kamuoyu desteğini ABD paralelinde resmi açıklamalar yaparak verdiler. Olan, sayısı hiçbir zaman açıklanmayan Afganistanlı ve Sudanlı sivillere oldu. Saldırıyı kınayan da oldu. Mesela Pakistan; hava sahasının izinsiz kullanıldığını, bir kısım füzelerin ise kendi topraklarına düştüğünü söyledi. Ama devlet terörünün yol açtığı facianın bilançosunu açıklamaya girişen olmadı. Uluslararası örgütler de sessiz kaldı. Mesela BM Genel sekreteri Kofi Annan, sadece “endişe”sini dile getirmekten öte geçmedi. Ölenler öldüğü ile kaldı.
Yine 1998’de ABD, sivil bir İran uçağını Basra Körfezi üzerinde uçak gemisinden attığı füzelerle düşürdü. Kaç sivilin öldüğünü dünya kamuoyuna duyurulmadı. Açıklamalar ve kınamalar yüzeyde kaldı. Güdümlü medya yardımıyla, ABD, her geçen zamanda, meşru müdafaa hakkının sınırlarını alabildiğine genişletmiş oldu. Oysa karşı eylemlere neden olan teröristlerin kimlerin güdümünde olduğu, ikmallerinin kimler tarafından yapıldığı, kimlerin eğitim verdiği üzerinde soruşturma açan olmadı.
Zaten, Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın sivil katliamlarına karşı sicili bozuktur. 1994’de, Ruanda’ da, en ileri silahlarla donatılmış olarak 5000 askerle bulundukları halde kendi denetimlerindeki bölgede 100 gün içinde 1 milyon Ruandalının eğitilmiş milisler tarafından katledilmesine seyirci kalmıştır. İşin en ilginç tarafı, bu kadar büyük bir katliamın dünya kamuoyundan saklanabilmiş olmasıdır. Ruanda Faciası, ancak 10 yıl sonra 2004’ de, dünya kamuoyu tarafından duyuldu. Başrolü oynayanlardan biri Fransa idi. Bir Fransız generali, seyirci kalınan vahşet öğrenildikten sonra yaptığı açıklamada, 1992’de Ruandalı milislere atış eğitimi verdiklerini itiraf etti. Söz konusu olan General Thierry Prugnaud bakınız ne dedi:
“Fransa bunu her zaman inkâr etti, başka şeyler gibi. Ama önemli değil, ben doğruluyorum”.
Birleşmiş Milletlerin sorumlu olduğu diğer katliam, Bosnalı Müslümanlara yapılan Sırp katliamıdır. Bosnalı Müslümanlar, Rusya destekli Sırp katliamlarından canını kurtarmak için BM tarafından açılan kamplara sığınmışlardı. Srebrenica’da bulunan kampı, Hollandalı BM askerleri yönetiyordu. Kamp yönetimi 11 Temmuz ile 17 Temmuz 1995 arasındaki günlerde kendilerine sığınmış bulunan Bosnalıları silah zoruyla tek sıra halinde Sırplara teslim etti. Her gün partiler halinde yapılan teslimatla, Bosnalı Müslümanlar ormanlık alana götürülerek katledildi. Daha sonra da kimlik tespiti yapılamasın diye krematoryumda yakılmışlardır. Sadece bu katliam günlerinde 8.372 Bosnalı Müslüman öldürüldü. Uluslararası Kızılhaç Örgütü, Bosna’da öldürülen insan sayısının 300 bin dolayında olduğunu açıkladı. Oysa bu masum insanlar, BM Srebranica’yı güvenli bölge ilan ettikleri için silahlarını teslim ederek aileleriyle birlikte kampta toplanmışlardı. Hollandalı bir asker yıllar sonra suçlarını şöyle ifşa etmiştir[xii]:
“Ölmek istiyordum, masum insanları koruma sözü verdiğimiz halde bize sığınan insanları koruyamadığımız için kendimi affetmiyorum”
11 Eylül 2001 New York saldırısı dolayısıyla El Kaide örgütü tarafından yapılan eylemler, Büyük Güçlerin saldırganlığının en önemli aklama aracı durumundadır. Afganistan’da el Kaide’ye barınak sağlayan Taliban idi. Her iki örgütün en azından başlangıç dönemleri itibariyle ABD güdümlü olduğunu bilmeyen yoktur. Örgütün lideri olan Usame bin Ladin, yıllarca CİA hesabına alenen iş görmüş bir Suudludur. Şunu da belirtelim ki, terör olayları, şimdiye kadar terörist odakların öne sürdüğü amaçlar doğrultusunda hiçbir sonuç doğurmamıştır. Söz konusu eylemlerin hepsinin sadece Büyük Güçlerin işine yaradığı gün gibi ortadadır. Büyük Güçler, terörü gerekçe göstererek dünyaya biçim verme projelerini terör eylemlerini gerekçe göstererek pervasızca sürdürüyor. Türkiye-Suriye sınırında cereyan eden olaylar gün gibi ortada. ABD, PKK’yı yanına alarak ve onu silahlandırarak Akdeniz’e kadar uzanacak bir Kürt devleti kurmak peşinde. PKK’nın adının değiştirilerek YPG yapılması ve apaçık bir terör örgütünün demokratik güçmüş gibi kabul görmesi ve İŞİD adlı mahiyeti belirsiz bir örgütün kendi insanlarını katlederek YPG ile birlikte sivilleri kitleler halinde Türkiye’ye göçe zorlaması, Birleşmiş Milletler’de kendileri tarafından dikte edilmiş hukuka aykırılığı apaçık olaylardır. Üstelik ABD’nin Suriye Demokratik Güçleri (SDG) olarak adlandırdığı örgütten ayrılan bir üst düzey militan, SDG’nin PKK’dan ibaret olduğunu itiraf etmiştir.
Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan insan sayısı öyle birkaç on bin değil. Üç milyon insan göçe zorlandı. Türkiye-Suriye sınırında yaşayan Araplar ve Türkmenler bölgeden uzaklaştırılarak sınır boyunca Akdeniz’e kadar ulaşması planlanan 1300 kilometrelik bir Kürt koridoru inşa ediliyor ve boşalan yerlere Kürtler yerleştiriliyor. Ortadoğu’ya biçim verme projesinde ABD’nin maşa olarak kullandığı resmen bir terör örgütüdür.
ABD, 2002 yılından beri, küresel terör tehdidi öne sürerek “önleyici meşru müdafaa hakkı” üzerinde kendince çalışmalar yapıyor. Buna “Bush Doktrini” deniyor. İsrail ve Rusya bu doktrini destekliyor. Her ikisinin de karşı karşıya olduğu iç ve dış sorunlara burada değinmeye gerek yok.
Zihniyetini göstermesi bakımından Bush yönetiminin kimyasal silahlar konusunda sergilediği tavır, çarpıcı bir başka örnektir. Zehirli gazlarla ilgili ilk uluslararası antlaşma 1899’da yapılmıştı. ABD, o günden beri bu konuda ayak sürüyor. Kimyasal silahlar konusu zaman zaman kamuoyu gündeminde yoğun yer işgal ediyor. Böyle zamanlardan birinde Bush yönetimi, iktidara gelmesinden kısa bir süre sonra, Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü’nün başkanı Jose Bustani’nin görev süresinin ortasında görevinden uzaklaştırılması için 139 ülkeye birden baskı yaptı. Arkasından Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı başkanı Muhammed el Baradey’in görevinden uzaklaştırılması için girişim başlattı. O sıralarda ABD yönetimi, Nükleer Silahsızlanma Antlaşması’na dayanan yükümlülüklerini yerine getirmiyordu. Baradey ise, nükleer enerjinin askeri amaçlar için kullanılmasının engellenmesi için çalışıyordu. Bu gayretinden dolayı, 2005 yılında Nobel Barış Ödülü’ ne layık görülmüştü.
Bush yönetimi, derin yeraltı sığınaklarının içine işlemek ve tehlikeli kimyasalları ve patojenleri[xiii] yok etmek iddiasıyla tasarlanmış nükleer silahlar geliştirmeye çalışıyordu. Bütün bunlara ek olarak Bush yönetimi, kitle imha silahlarının kullanılması için emir verenler aleyhine dava açma yetkisi bulunan Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne de karşı çıkmaktadır. Bütün bunlar, ABD yönetiminin önleyici meşru müdafaa hakkını, ne kadar geniş tutmak istediğini göstermektedir. Dünya kamuoyunu istediği gibi yönlendirebilen ABD yönetimi, terörün giderek tırmanmakta olduğunu açıkça gördüğü halde, teröre, karşı terörle karşılık verme zihniyetini sorgulamaya yanaşmıyor. Böylece sivil hedeflere saldırılar her geçen gün daha da tırmanıyor. Üstelik bu güne kadar kullandığı önleyici savunma kavramını terk etti, yerini önlem alıcı güç kullanımı kavramını kullanmaya başladı. ABD, “savaşı düşmana götürmek, planlarını bozmak ve daha ortaya çıkmadan en kötü tehditlerle yüzleşmek zorundayız”, şeklinde bir söylemle karşı terörü tırmandırıyor. “Eğer tehditlerin tam olarak somutlaşmasını beklersek çok fazla beklemiş oluruz”, diyorlar.
Bundan sonraki bölümlerde yer verdiğimiz gerçeklerden hareketle son bir sözümüz var;
Savaş teknolojilerindeki muazzam ilerlemeleri hesaba katarak şunu söylemeliyiz ki ABD, Asurlulardan sonra gelmiş geçmiş en tehlikeli devlettir; çünkü zayıf siyasi gücüyle kıyaslanamayacak derecede büyük askeri güç geliştirdi. ABD’nin demokratik bir ülke olduğu da kurusıkı bir propaganda söylemidir. Çünkü halkının yarısı siyasetle ilgilenmiyor, oy vermeye bile gitmiyor. Diğer yarısı ise kitle iletişim araçlarının yoğun propaganda baskısı altında tutuluyor. Amerikan medyası, seçim kampanyasının ilgi görebilmesi için Hillary’nin yüzüne konan sinekten bile haber yaptı. ABD’de seçimler bu şartlar altında yapılıyor (2016).
________________________________________________________
Ñ Söz konusu pakt, adını ABD Dışişleri Bakanı Frank Kellogg ve Fransız Dışişleri Bakanı Aristide Briand’ın soyadlarından almıştır.
[i] Hugo Grotius, Savaş ve Barış Hukuku, Say Yayınları, 2011, s. 24
[ii] Hugo Grotius, Savaş ve Barış Hukuku, sayfa 197
[iii] Hugo Grotius, Savaş ve Barış Hukuku, sayfa 250
[iv] Hugo Grotius, Savaş ve Barış Hukuku, sayfa 199
[v] Hugo Grotius, Savaş ve Barış Hukuku, sayfa 185
[vi] Michael Walker, Haklı Savaş/Haksız Savaş, paragraf 406
[vii] İslam Ansiklopedisi, 11. Cilt, sayfa 385
[viii] Michael Byers, Soykırımdan Son Kırıma Savaş Hukuku, Detay Yay, s. 75
[ix] Michael Byers, Soykırımdan Son Kırıma Savaş Hukuku, s. 25
[x] Michael Byers, Soykırımdan Son Kırıma Savaş Hukuku, s. 101
[xi] Michael Byers, Soykırımdan Son Kırıma Savaş Hukuku, s. 86
[xii] olaylar/srebrenitsa-katliami-149
[xiii] Patojen, hastalığa neden olan her türlü organizma ve maddelerin genel adı.