ULUSLARARASI HUKUK VE SİYASET TEORİSYENLERİ UZUN ZAMANDAN BERİ VATANDAŞLIĞIN METALAŞMASI VE PARALI VİZE PROGRAMLARIYLA “GÖÇMEN KABULÜ” KONUSUNDA KAFA YORMAKTADIR (Nazlı Töre, 2019: 93).
METALAŞMA, KULLANIM EŞYASI, ALINIP SATILAN ANLAMLARINA GELMEKTEDİR. VATANDAŞLIK SATIŞI İLE BİR ÜLKENİN MANEVÎ DEĞERLERİNİ İFADE EDEN VATAN VE VATANDAŞLIK KAVRAMLARI TÜM ÖZELLİKLERİNİ KAYBETMEKTEDİR.
Vatandaşlık en basit tanımla, kişinin devlete aidiyetini gösteren hukuki ve siyasi bağı ifade eder. Vatandaşlık bağı nedeniyle kişi, vatandaşı olduğu devletin diplomatik korumasından yararlanır, seçme-seçilme ve kamu hizmetlerine girme gibi birtakım haklara sahip olur.
Vatandaşlık aynı zamanda ülke savunmasına katılma, vergi verme, devletin koymuş olduğu kurallara uyma ve hepsinden önemli olarak sadakat yükümlülüğünü içerir. Bu bağlamda vatandaşlık aslında kişi ile devlet arasında karşılıklı hak, görev ve yükümlülük ilişkisi doğurur. Bununla birlikte, bu ilişki bir sözleşme ilişkisi değildir. Devlet vatandaşlık bağının nasıl kurulacağını ve kaybedileceğini belirleme konusunda mahfuz yetkiye sahiptir. Diğer bir anlatımla, devlet egemenlik hakkını kullanarak kime vatandaşlık verileceğine ya da kimin vatandaşlıktan çıkarılacağına kendisi karar verir.
Vatandaşlık asli olarak doğum yoluyla kazanılır. Bu şekilde kazanılan vatandaşlıkta kişi ile devlet arasındaki bağlılığın mevcut olduğu kabul edilmektedir. Uluslararası uygulamada hemen hemen tüm devletler soy bağı (kan esası- ius sanguinis), doğum yeri (toprak esası-ius soli) veya bunların her ikisine bağlı olarak doğum yoluyla kişiye vatandaşlık hakkı tanımaktadır. Vatandaşlığın bu şekilde aslen kazanılması yoluna ilave olarak, devletler egemenlik haklarını kullanarak bazı kişilere sonradan vatandaşlık (ius nexi) hakkı tanıyabilir. Müktesep vatandaşlık olarak da anılan bu müessese ile devletler olağan veya olağanüstü yoldan bazı kişilere vatandaşlık verebilmektedir. Olağan usulde devletler kendi topraklarında yaşayan ve ülke bağları bulanan yabancılara belirli koşullar dâhilinde vatandaşlığa alınma imkânı tanıyabilmektedir.
Bu bağlamda devletler evlenme ve evlat edinilme gibi kişinin vatandaşlığına geçmek istediği ülke ile irtibatını sağlayan hukukî olaylara sonuç bağlayabildikleri gibi, genel bir yol olarak ülkede belli bir süre ikamet eden yabancılara dil bilme, millî güvenlik ve kamu düzeni bakımından tehlike oluşturmama gibi belli koşullar dâhilinde vatandaşlığa geçme imkânı sağlayabilmektedir. Vatandaşlığın olağanüstü yolla kazanılmasında ise, devletler istisnai bazı hallerde takdir yetkilerini kullanarak ekonomi, spor, kültür, bilim ve sanat gibi alanlarda özel niteliği haiz yabancıları, olağan vatandaşlığa alınma yoluna kıyasla kolaylaştırılmış bir usulle vatandaşlığa alabilmektedir (Talat Kaya, 2021: 116). Bilim, kültür, sanat ve spor gibi alanlardaki üstün vasıfları nedeniyle oturma izni ve/veya vatandaşlık alan kişi sayısının görece az olması ve uygulamaların kişiye özgü olması nedeniyle konu literatürde tartışmaya neden olmamıştır. Benzer şekilde, ekonomik yatırımın yanı sıra yatırımcının girişimcilik ve iş kurma becerisi gibi nitelikleri göz önüne alınarak yetkili makamın takdiriyle istisnai nitelikte verilen oturum izni ve vatandaşlık uygulamaları da eleştiri konusu yapılmamıştır.
Esasen, diğer istisnai vatandaşlık kazanma hallerinde olduğu gibi ekonomik katkı sağlamaya dayalı olarak vatandaşlık kazanan kişi sayısı da sınırlı kalmıştır. Bununla birlikte, yatırımcının niteliğini önceleyen yatırım yoluyla vatandaşlık uygulamaları son 30 yılda boyut değiştirmiş ve pek çok ülke yatırımcının niteliğinden çok elde edilen mali kaynağı ön plana alan vatandaşlık programları kabul etmeye başlamıştır. Yatırımcı programları olarak da adlandırılan bu uygulamalar önceleri küçük ada devletlerinde başlamış, özellikle 2008 krizi sonrasında, Avrupa ülkeleri de dahil olmak üzere daha geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Türkiye de uluslararası gelişmelerden uzak kalmamış ve 2016 yılında yapmış olduğu mevzuat değişikliği ile ekonomik katkının ön planda tutulduğu yatırım yoluyla vatandaşlık kazanma uygulamasını hayata geçirmiştir. Yatırımcı programlarının temelinde ekonomik kaynak yaratma, özellikle de küresel ekonomik krizlerin yaratmış olduğu olumsuzlukların varlıklı kişilerin ülkeye getirecekleri ekonomik katkılar ile azaltılması hedefi bulunmaktadır. Bununla birlikte, yatırımcı programlarında, ekonomik katkının kişinin niteliğinin önüne geçmesi hatta tek koşul olarak aranması, uygulamaları uluslararası düzeyde tartışılır hale getirmiştir. Eleştiriler güvenlik, vergi, seçme ve seçilme hakkı, askerlik yükümlülüğü ve ekonomik fayda başlıkları altında toplanabilir. Söz konusu eleştirilerin temelinde ise vatandaşlığın metalaştırılması ve aidiyet bağı tesis edilmeden vatandaşlığın verilmesi hususları yatmaktadır(Talat Kaya, 2021: 116-117).
İlk Türk Devletleri’nden Cumhuriyet’in ilanına kadar olan dönemde de farklı eğitim kurumlarında vatandaşlık idealleri yeni nesillere kazandırılmıştır. Özellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren yeni ideolojiyi, Atatürk ilke ve inkılaplarını, ulus-devlet anlayışını içselleştirmiş “TÜRKİYE CUMHURİYETİ VATANDAŞI” yetiştirmek arzulanmıştır (Selçuk Beşir Demir, Vatandaşlık Bilgisi, 2016:4).
Bir devlete hukuki bağla bağlı olma anlamını taşıyan vatandaşlık, hukuksal eşitlik söylemi ile birey ve toplum bütünleşmesini sağlayan temel bir olgu olmasının yanında siyasal ve toplumsal bir içeriğe de sahiptir. Bireyin etkinlik alanı, bu çerçeve içinde vatandaşlık sıfatıyla çizilmektedir. Genel anlamıyla devlete yasal üyelikle tanımlanan kavram, belirtilen bağın gereği olarak bir yönüyle haklar demeti sunarken bir yönüyle de yükümlülükleri beraberinde getirmektedir. Çok boyutlu bir sürece işaret eden vatandaşlık, bu çalışmada Türk vatandaşlığının kazanılmasındaki usuller temelinde ele alınmaktadır. Türk vatandaşlık hukuku mevzuatı günümüze değin; Osmanlı İmparatorluğu döneminde çıkarılan ve çağının gereklerine uyularak hazırlanan ilk uyrukluk düzenlemesi sayılan “Tabiyet-i Osmaniye Kanunnamesi”(1869) başta olmak üzere, Türkiye Cumhuriyeti döneminde bu kanunnamenin yerini alan 1312 Sayılı Türk Vatandaşlığı Kanunu (1928), 1934 tarihli İskân Kanunu, 1924, 1961 ve 1982 Anayasaları, 403 Sayılı Türk Vatandaşlığı Kanunu (11 Şubat 1964) ve ilgili yönetmelikler temelinde bir gelişim izlemiştir. Türk vatandaşlığının kazanılması, yitirilmesi gibi konuları düzenleyen 403 Sayılı Kanun, 5901 Sayılı Türk Vatandaşlığı Kanunu’nun 12.06.2009 tarihinde yürürlüğe girmesiyle yürürlükten kalkmıştır.
Anayasal kabulde, “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür. Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türktür. Vatandaşlık, kanunun gösterdiği şartlarla kazanılır ve ancak kanunda belirtilen hallerde kaybedilir”.(1982 Anayasası m.66).
1982 Anayasası, 1924 ve 1961 Anayasalarında olduğu gibi vatandaşlığı devletle birey arasında kurulan hukuki bir bağ olarak tanımlamaktadır. 1924 Anayasası’nın, 1961 ve 1982 Anayasalarından farklı olarak, modernleşen bir siyasal toplum ve toplumla devlet arasındaki bağı kuracak, cumhuriyetçi vatandaşlık modelinin yasal düzeyde kimlik temelli değil vatandaşlık temelli bir anlayışa sahip olduğu iddia edilebilir. Bu iddianın dayanağı olarak “TÜRKİYE AHALİSİNE DİN VE IRK FARKI OLMAKSIZIN VATANDAŞLIK İTİBARİYLE TÜRK ITLAK OLUNUR” (1924 Anayasası Madde: 88) hükmü gösterilmektedir.
Bununla birlikte Anayasalarımızda devletle birey arasında kurulan bağın kökene, asıla başka bir deyişle ırka atıf yapmadığı, bağı hukuksal bir alanda “vatandaşlık” ilişkisiyle ifade etme amacının taşındığı da söylenebilir. Türk ana ya da babanın çocuğu olmadaki mantık kurgusunun asılla ilişkilendirilmediği maddeden anlaşılmaktadır. Buna göre Türk vatandaşlığını kazanan bir yabancının Türk vatandaşlığını sonradan kazanması, onu asli yoldan Türk vatandaşı olanlarla eşitlemekte, anayasal ve kanuni hakların kullanılması noktasında bir ayrımcılık güdülmemektedir.
1964 tarihli ve 2009 tarihli Türk Vatandaşlığı Kanunlarına, vatandaşlığın kazanılması ve kaybedilmesine ilişkin durumları yasal çerçevede açıklığa kavuşturan birer pozitif hukuk formu olmanın ötesinde anlam yüklemek, belirtilen kanunlarda temel hak ve özgürlüklere ilişkin ayrıntılı düzenlemeler beklemek yanıltıcı olacaktır. Vatandaşlığı yalnızca hukuki bağ ile değil asıl ve köken gibi çağdaş sayılmayan bir takım unsurlarla açıklayan ve özellikle bazı yasal haklardan yalnızca köken itibariyle vatandaş olanların yararlanmasına imkân tanıyan ülkelerin varlığı düşünüldüğünde, 1982 Anayasasının uyrukluk konusundaki düzenlemelerinin mahiyeti algılanabilir. Örneğin ABD Anayasası’na göre (Vatandaşlık Hakları, madde:2) başkan seçilebilmek için, ABD vatandaşlığının doğumla kazanılması şartı aranılmaktadır. Yine Yunan hukukunda Türkiye’deki vatandaşlık kavramı yerine “asıllılık”, “köken” kavramı tercih edilmekte, dolayısıyla ırkçı bir anlayış benimsenmektedir. Yunan asıllılık hukukunda “asıllılık” ve “uyrukluk” farklı kavramlara ve anlamlara karşılık gelmektedir. Asyalılar ve siyahiler bu ülkede Yunan uyrukluğunu kazansalar da asıllılığını kazanamazlar. Yunanistan’ın sınır bölgelerinde taşınmaz mal edinme hakkına yalnızca Yunan asıllılar sahiptir. Almanya, soy ve kana dayalı vatandaşlık tanımından, ancak 2000 yılında kabul edilen Yeni Vatandaşlık Yasası ile vazgeçebilmiştir (Şeniz Anbarlı Bozatay, 2010: 171-172).
(Devam Edecek)