Türkçede şeker olarak adlandırılan sakkaroz, karbondioksit ve sudan fotosentez yoluyla üretilen bitkisel bir besindir. Kimyasal yapı olarak karbon, hidrojen ve oksijen atomlarından meydana gelen bir moleküldür. Bütün yeşil bitkilerde bulunur; canlıların kimyasal yapısının temel özelliklerinden biridir.

Kolayca sindirilebilmesinden dolayı, vücut için kolay bir enerji kaynağıdır. Suda kolay çözülür ve ince bağırsakta kısa sürede kana karışır.

Şekerin iki önemli kaynağından biri şekerkamışı ve diğeri de şeker pancarıdır. Şeker pancarı, 19. yüzyıl başlarından itibaren ekonomik bakımdan önem kazanmaya başladı. Dünyada şekerin bu kadar yaygın kullanılmasının nedeni, şekerpancarı sayesinde şeker fiyatlarının düşmesidir. Şekerkamışı, çok eski çağlardan beri bilinir ve şeker maddesini insanoğlunun tanımasını sağlayan bitkidir.

Şekerkamışı tüketilmesiyle ilgili en eskiye tarihlenen arkeolojik bulgular, Yeni Gine’de ortaya çıkarılmıştır. Araştırmacılar, MÖ 8000’lerden sonra şekerkamışının Filipinlere, Endonezya’ya ve Hindistan’a taşındığını söylemektedir. On bin yıl öncesine ait olduğu düşünülen bulgular, aynı tarihlerde, Çatalhöyük ve Türkmenistan’da Anav kültür bölgelerinde buğday tarımı yapılması kadar eski bir tarihtir. İşin ilginç bir başka yanı, şekerkamışının da buğdaygiller familyasından olmasıdır. Ne var ki şekerkamışı üretimi, büyüme mevsimi 12 ayı aşan tropikal ve alt tropikal bir bitkidir. Bunun yanında, büyük miktarda suya ve emeğe ihtiyaç gösterir. Bu bakımdan şekerkamışı tarımı, buğday tarımı gibi yaygınlaşamamıştır. Buna bağlı olarak besin olarak kullanılması da yaygınlaşamamıştır.

Şekerkamışına ait en eski yazılı belgeler Hindistan’da karşımıza çıkar. MÖ 4. yüzyıla ait olduğu genel kabul gören Sankristçe gramer kitabı olan Mahabhashya’da şekere sık sık değinildiği gibi, süt ve şekerle yapılan pirinç muhallebisinden, zencefil ve şekerle çeşnilendirilmiş mayalı içeceklerden söz edilir.

Makedonyalı İskender’in generallerinden Nearkos, MÖ 327’de, İndus ırmağının ağzından Fırat ırmağının ağzına kadar gemiyle seyahat yapmıştır. Onun bildirdiğine göre, “Hindistan’da yetişen bir kamış, arıların yardımı olmadan bal vermektedir; bitkinin hiç meyvesi olmadığı halde, bu bitkiden sarhoş etmeyen bir içki yapılmaktadır”. Yazılanlardan anlaşıldığına göre, bu bitki ve bundan elde edilen ürünü beraberinde getirmemiş, muhtemelen de hiç görmemiş, sadece duymuştur. Bu tasvirler, P. P. Bober’in Kültür, Sanat ve Mutfak adlı eserinde “arısız bal veren kamışlar” olarak geçmektedir[1].

MS 1. yüzyılda yaşamış botanikçi Tarsuslu Dioskurides, eserinde şekerkamışını şöyle tanımlıyor[2]: “Yemen ve Hindistan’daki kamışlarda bulunan, tuz kıvamında, tıpkı tuz gibi ısırıldığında kırılan ve saccaron olarak anılan katılaştırılmış bir çeşit bal var. Suda eritilip içildiğinde insanın karnına ve midesine iyi geliyor, idrar kesesi ve böbrek sancılarını yatıştırıyor.” Anlaşıldığına göre, şeker, eski çağlarda ilaç işlevi görüyordu.

Şeker yapımına ilişkin ilk yazılı veriler MS 500 dolaylarına aittir. Bir Hindu dinsel belgesinde şekerkamışının özsuyunun kaynatılması, melas yapılması ve şeker topaklarının elde edilmesi anlatılmaktadır.

Bizans imparatoru Heraklios’un, Pers kralı 2. Hüsrev’in Bağdat yakınlarındaki sarayını ele geçirdiği 627 tarihinde yazılan bir raporda, şeker maddesi, Hindistan’a özgü bir lüks olarak tanıtılır. Başka bilgi ve bulgulara dayanarak, o tarihlere kadar şekerkamışının İndus ırmağının batı yakasında (Belucistan) ve Basra deltasında yetiştirildiği söylenebilir. Şekerkamışının Doğu Akdeniz kıyı bölgelerine kadar yayılması ilk İslam devleti kurulduktan sonra başlayan dönemde olmuştur.

Şeker, ikinci binyıl başlarında Kuzey Avrupa’da neredeyse hiç bilinmiyordu. On ikinci yüzyılda ise çok az biliniyordu. Şekerin namının Avrupa’da duyulması, 711 yılında, Endülüs’ün Müslümanlar tarafından fethinden sonra oldu. Müslümanlar sayesinde önce Akdeniz havzasına yayıldı. Araplar şekeri ve şekerkamışını tanıtmakla kalmadılar, tarımını ve şeker yapma zanaatını da Sicilya’ya, Malta’ya, Kıbrıs’a, Rodos’a ve Fas’a kadar yaydılar. Sonunda da İspanya’nın güney kıyılarından Kıta Avrupası’na ulaştırdılar. Bir araştırmacıya göre, 996 yılına doğru Venedik, Avrupa’ya şekerin yayıldığı liman haline geldi. Osmanlı döneminde de şeker, büyük ölçüde Venedikli tüccarlardan temin edilirdi.

Dokuzuncu yüzyıla ait ve “Ticari Konularda Açıklık Üzerine” adını taşıyan Arapça bir elyazmasından anlaşıldığına göre, Türkistan’da şekerkamışından şeker üretiliyordu. Harizm’deki Kiva kentinden misk ve şekerkamışı, Basra körfezindeki Ahvaz’dan şekerlemeler, Abbasilerin hilafet merkezi Bağdat’a getiriliyordu.

Avrupalıların şekerkamışı ve şekerle tanışmasındaki bir sonraki adım Haçlı Seferleri oldu. Birinci Haçlı Seferleri’ne katılanların anılarının derlendiği bir eserde şöyle deniyor[3]:

“Trablusşam ovasındaki tarlalarda, oralıların zuchra dedikleri bir bal kamışı çok bol bulunuyor. İnsanlar bu kamışları iştahla emmeye alışmışlar, bunların yararlı özsuyundan çok hoşlanıyorlar ve tatlı olmasına karşın bu zevke doymak bilmiyormuş gibi görünüyorlar. Bu bitki, orada yaşayanlar tarafından büyük bir emek harcanarak yetiştiriliyor… İnsanlar, Elbariye, Marrah ve Akrah kuşatmaları sırasında korkunç bir açlığın pençesinde kıvranırken bu tatlı şekerkamışı sayesinde hayatta kaldılar.”

Haçlı Seferleri pek çok alanda olduğu gibi şekerkamışı tarımı ve şeker üretim yöntemleri konusunda, Avrupa tarihi açısından çok önemli bir adım oldu. Haçlılar, Kudüs ve çevresini 90 yıl denetimleri altında tuttuklarından bölgede şekerin üretimini de denetlediler. Onların ifadesiyle, bölgede “şeker değirmenleri” vardı. Akka tekrar Müslümanların eline geçtiği 1291’de, Malta Şövalyeleri orada şekerkamışı yetiştiriyordu. Kısacası Haçlı Seferleri’nin önemli sonuçlarından biri Avrupalıların şeker üretim tekniklerini öğrenmeleri ve şeker tüketiminin bir adım daha yayılmasıdır.

Avrupa şekeri, Yenidünya’da sömürgeler oluşturuncaya kadar Müslümanlardan temin etti. Venedikli, Cenevizli ve Pisalı tüccarlar bu işten epey servet yaptılar. Ama 16. yüzyılın ikinci yarısından sonra işler değişti. Şekerkamışı tarımı Akdeniz havzasından çıktı ve ilk sömürgelerini kurmuş olan Portekiz ve İspanya tarafından Atlantik adalarına kaydırıldı. Maderia, Kanarya Adaları, Sao Tomé bunların başında gelir. Bir zaman sonra da şekerkamışı tarımı Amerika topraklarına taşındı. Bu zamana kadar da Avrupa az da olsa, şekere alışmıştı. Köle gücüne dayalı şekerkamışı planktonlarının sayısı çoğaldıkça, Afrika’dan köle sevkiyatı hızla arttı ve Avrupa’da şeker fiyatları giderek düştü.

Şekerin varlığıyla ilgili İngiltere’deki ilk yazılı belge 12. yüzyıla aittir. Bir eserde, o zamanlar İngiltere’de beslenmenin “tam anlamıyla sıradan ve yavan” olduğu önemle belirtilmektedir[4]. O zamanın Avrupa’sında, insanlar sadece kendi yörelerinde üretilenleri yiyebiliyordu. Temel yiyecekler, üretildiği yerden pek uzağa götürülemiyordu. Götürülebilenler de ancak varlıklı kimselerin sofralarını süsleyebiliyordu.

On üçüncü yüzyıl İngiltere’sinde ekmek hayatın direğiydi. Başta buğday olmak üzere kuzey bölgelerine gidildikçe artan oranda çavdar, yulaf, arpa gibi tahıllar tüketiliyordu. Et ve süt ürünleriyle meyve ikinci dereceden gıdalardı. Beslenmenin merkezinde tahıl vardı. Buğday yeterli gelmezse, bezelye katılarak çoğaltılıyordu. Bir araştırmacı, 1595-97 yıllarında ait belgeler üzerinde çalışarak o tarihlerde süt ürünlerinin yoksulların satın alamayacağı kadar pahalı olduğunu söylüyor[5]. İngiltere’de yoksullar sık sık ortaya çıkan kıtlık yıllarında mercimek, yabani darı, bezelye, yulaf ve burçak yiyorlardı. Yine aynı araştırmacılar yazdıklarına göre, “öyle görünüyordu ki”, İngilizlerin birçoğunun yeterli yiyeceği yoktu; ama hasadın bol olduğu yıllarda yiyebildikleri kadar çok ekmek yiyorlardı.

İnsanlar taze meyvelerin zararlı olduğuna inandırılmışlardı. Taze meyveye karşı Galen’den beri süregelen önyargıları vardı. On altıncı yüzyılın sonunda bir kıtlık döneminde, meyve yemek mecburiyeti ortaya çıktığında, bir hekim, meyveleri yemeden önce suda haşlanmasını öğütlüyordu. Ona göre, “ikinci ya da üçüncü kaynatmadan sonra, bunların tadında tuhaf bir değişiklik olduğu görülecekti”, çünkü “su onların kötü kokularını emerek yok etmişti”. Aynı hekime göre, meyveler kurutulmalı ve hamura karıştırılmalıydı.

1640-1740 arasındaki yüzyılda İngiltere’nin nüfusu 5,5 milyondan biraz fazlaydı. Nüfus artış hızı bir önceki yüzyıla göre daha düşüktü. Uzmanlar bu gerilemenin nedenleri arasında kötü beslenmenin sürmesi yanında cin içmenin yaygınlaşmasını gösterirler. Kötü beslenme ve cin içme, hastalığa yakalanma riskini artırıyordu. 1660-1740 arasında geçen 80 yılda ortalama dört yılda bir hasadın kötü gittiği, buna rağmen İngiltere’de egemenlerin yoksul halkı düşünmeksizin tahıl ihracatını sürdürdükleri araştırmacılar tarafından ortaya çıkarılmıştır. Bu uygulama Osmanlı devletinin aynı dönemdeki uygulamalarının, daha kapsamlı bir deyişle, ekonomi anlayışının tam tersi bir anlayışı ifade eder. Bu yüzyıllarda Osmanlı, halkın gündelik temel ihtiyaçlarını tehlikeye düşürmeyecek ekonomi politikaları güderdi ve tahıl ithalatı serbest fakat ihracatı yasaktı[6]. Oysa İngiltere’de egemen güçler kendi halkını düşünmeden ihracat yapmaya bakardı. Nitekim İngiltere, 18. yüzyılın ilk 40 yılında “net olarak tarım ihracatçısı” oldu. İhracat devam ederken, “hala boş mideyle dolaşan ekmek fiyatları düşük bile olsa midesini dolduracak parayı bulamayan pek çok insan vardı”[7]

İngiltere’de şekerin beslenmede merkeze doğru yükselişi böyle bir ortamda tırmanışa geçti.

Şekerkamışı, İspanya üzerinden Avrupa’ya baharat ve tıbbi malzeme olarak girdi. Birlikte geldiği, kişniş, havlıcan, zencefil, kakule ve safran gibi baharatlarla birlikte ilaç olarak değerlendirildi. El-Kındî, El Tabari, Eb’ul Dasım ve 10. yüzyıl ile 14. yüzyıl arasında yaşamış olan başka Arap yazarların yazdıklarında da şeker, ilaç olarak tanıtılır.

Avrupalılar, Doğu’dan gelen baharatları ve bunların insan sağlığı için önemini inanılmaz ölçüde abartırlardı. Öyle ki bunların cennetten çıkma olduğu bile söylenirdi. Bir eserde baharatların Nil ırmağından avlandığı şöyle anlatılıyor[8]:

“İnsanlar, ağlarını öteden beri alışkın oldukları üzere geceden, Nil daha Mısır’a girmeden önce ırmağa atarlar ve sabah olduğunda tartarak satacakları zencefil, ravent, ödağacı, tarçın gibi maddeleri ağlarında bulurlar ve karaya getirirler. Bu gibi şeylerin dünya Cennet’inden geldiği söylenmektedir, tıpkı bizim ülkemiz ormanlarındaki kuru ağaçların rüzgârdan kırılıp devrilmesi gibi ve bu şekilde kırılarak ırmağa düşen Cennet ağaçlarının kuru odunlarını tüccarlar bize satıyorlar.”

Şekerin Avrupa’da kullanımın sürecinin yaygınlaşması beş ana başlıkta toplamak mümkündür. Birinci olarak, yukarıda da belirttiğimiz gibi, ilaç olarak kullanılması söz konusudur. İkinci sıraya şekerin baharat-çeşni olarak kullanılmasını yerleştirmeliyiz. Üçüncü olarak, dini törenlerde ya da düğün ve bayramlarda sofra süslemesi (bezemesi) için kullanılması söz konusudur. Dördüncü aşamada tatlandırıcı olarak kullanılmıştır. Beşinci aşamada ise koruyucu olarak, yani reçel yapmak için kullanılması söz konusudur.

Bütün bunları teker teker düşünmemek gerekir. Şeker, kültürel çerçeve içinde sağlam bir yer bulmasından sonra yukarıdaki beş amacın hepsine birden hizmet etmeye başladı. Sıraladığımız bütün bu amaçlar iç içe geçti ve birbirinden ayrılmaz hale geldi.

Şekerin ilaç olarak kullanılması görüşünün Avrupa’ya yayılması Haçlı Seferleri’nden sonra oldu. Ama daha öncesinden beri, İran’dan İspanya’ya kadar yayılmış olan Müslüman ve Yahudi hekimler, şekeri tanıyor, tanıtıyor ve tedavide kullanıyorlardı. Eski Yunan’da hekimler şekeri tanımıyordu. Ama İslam döneminde şeker ilaç olarak tanıtılıyordu. Söz konusu bilgiler Avrupa’ya ulaştığında, şeker, “her derde deva ilaç” katına çıkarılmıştı. İşin bu yönü, şekerin gelecekte Avrupa mutfağının başköşesine yerleşmesinde birinci dereceden önemli etken olmuştur.

Şeker, 13. yüzyıl İngiltere’sinde külahla satılırdı. Ne var ki, ancak varlıklı kimselerin erişebileceği derecede yüksek bir fiyata satılırdı. Ama ülkenin en ücra kasabalarında bile bulunurdu. Beze şekeri en yaygın olarak kullanılanıydı. Ayrıca Kıbrıs’tan ve İskenderiye çarşılarından getirilen şekerler de el üstünde tutulurdu. İngiltere sarayının 13. yüzyıla ait ambar kayıtları üzerinde çalışan uzmanlar, şeker tüketiminin, yüzyılın başından sonuna kadar 2000 kat arttığını söylemektedir[9]. Aristokrat malikânelerinin arşivlerinde de benzer durum gözlenmiştir.

Bir araştırmada İngiltere’de şeker tüketiminin artmasının nedenlerinden birinin alkol tüketimi olduğu da anlaşılıyor. On üçüncü yüzyılda İngiltere’ye Sicilya’dan Venedikli tüccarlar tarafından melas getirilirdi. İngilizler, bir zaman sonra melası damıtarak rom adı verilen içkiyi yaptılar. Bu konuda daha ileri, bilgilere ulaşmamız mümkün olmadı.

Şekerin İngiltere’de önce ilaç ve baharat olarak kullanıldığını söylemiştik. Baharat olarak yemeğe şeker katıldığında diğer baharatlar gibi yemeğin tadını değiştirirdi ama belirgin bir tatlılık vermezdi. Günümüzde bile Avrupa’da konservelerin şekerli olmasının nedeni şekerin Avrupa kültür çerçevesinde iki yüzyıl önce kazandığı yerdir.

Şekerin bezeme malzemesi olarak kullanılması üzerinde de duralım. Bezeme malzemesi olarak kullanıldığında arapzamkı, yağ, su, dövülmüş kuru yemiş gibi başka maddelerle karıştırılırdı. Böylece kolay yoğurulabilen hamur kıvamında bir madde elde edilirdi. Bu madde kalıba konur, soğuması ve sertleşmesi beklenirdi. Yeterince sertleşince üzeri boyanabilir, başka malzemelerle süslenebilir ve hatta yenmeden önce sergilenebilirdi.

Şeker, başlangıçta varlıklı olanların yiyebileceği bir madde iken, zamanla fiyatının düşmesi sayesinde yoksulların da gıdası oldu. Öyle ki, İngiltere’nin ilk sanayi inkılabını gerçekleştirmesinde, patates kadar önemli katkısı olmuştur. Şeker fiyatları, sömürgelerdeki planktonlarda üretimi yaygınlaştıkça gerilemiştir. Şeker üretiminin artması, köle emeğine dayalı olduğu için Afrika’da insan varlığının tükenmesine yol açarken, Avrupa insanının ortalama ömrünün yükselmesine yaramıştır. Giderek daha geniş kesimler tarafından kullanımı yaygınlaştıkça, geçimini şekerden sağlayan insan sayısında çoğalma olmuş ve buna bağlı olarak da şekere dayalı gıda sektörü güçlenmiştir. Şeker ve Güç adlı eserde geçen bir ifadeyle özetleyecek olursak, şeker, 1650’de ender bulunurdu, 1750’de lüks bir maddeydi, 1850’de ise gerçek bir ihtiyaç maddesine dönüşmüştü[10]. 1850’lerden sonra şekerin en büyük tüketicisi yoksullardı. Bu tarihten itibaren, şeker, İngiliz işçi sınıfına kalori sağlayan en önemli besin halini aldı. Burada şekerin kültür çerçevesinde merkeze doğru yol almasına paralel olarak, çayın da önemine değinmeden geçmeyelim.

Şeker fiyatlarının düşmesinde şeker pancarından şeker üretilmesinin çok büyük katkısı olmuştur. Şeker pancarı, şeker üretiminde değer kazanmadan önce sebze ve hayvan yemi olarak kullanılıyordu. İlk kez, 1747’de, Alman kimyageri Andreas Marggraf (1709-1782), acaba başka bitkilerden şeker elde edilemez mi, sorusunu kendisine sormuş ve çeşitli denemeler sonucunda şekerpancarının şeker deposu olduğunu keşfetmiş, şekerpancarından şekerin nasıl elde edileceğine dair tebliğini Berlin Bilimler Akademisi’nde dinleyenlere sunmuştur. Ancak ilk şeker fabrikası, 1802’de, Prusya’nın bir ili olan Silezya’da kurulmuştur. 1811’de, İngiltere’nin Batı Hint Adaları’ndan Fransa’ya kaçak ham şeker getirilmesine ambargo koyması üzerine Napolyon’un desteğiyle, Fransa’da da şeker fabrikaları kurulmaya başlanmıştır[11]. Fabrikaların sayısı arttıkça, şeker piyasasında rekabet de artmış, piyasaya sürülen talebi çok aşan şeker miktarı yüzünden fiyatların hızla düşmesi üzerine, şeker üretim süreçlerinde gelişmeler sağlanmış ve beher ton şeker pancarından elde edilebilen şeker miktarı rekabet şartlarının ağırlaşmasının baskısıyla sürdürülen araştırmalar sayesinde ilk zamanlardaki değerin kat kat üstüne çıkmıştır. 1836′da 50 kilo şeker 1.000 kilo pancardan elde edilebiliyordu. 1841′de aynı sonuç 750 kg, 1850′de 650 kg ve 1860′ta ise 550 kg pancardan alınabilir hale gelmişti.

Şeker tüketimi, fiyatların düşmesine bağlı olarak, Osmanlı’da da hızla yaygınlaşmıştır. Öyle ki, Osmanlı devletinin son zamanlarında Viyana üzerinden haftada 50 vagon şeker gelirdi ve piyasada kapışılırdı. Bu piyasanın kazancının Fransa ya da İngiltere tabiiyetine geçmiş, gayrimüslim Osmanlı tüccarının cebini doldurduğunun da altını çizmeden geçmemiş olalım.

Tarımsal üretim bakımından geniş imkânlara sahip olan ülkemizde şeker pancarı tarımı ancak 1926’da, Büyük Atatürk’ün olağanüstü gayretleriyle başlanabilmiştir. 1926’da sadece 300 hektar alanda ekimi yapılırken, bu değer, 4 yılda 30 kat artırılarak 1930’da 9 bin hektara çıkarılmış, 1940’da 40 bin hektar, 1960’da 200 bin hektar alanda şekerpancarı ekimi yapılmıştır. Kat kat üretim artışları, fiyatların düşmesini sağlamış ve toplumun bütün kesimlerinin, şekeri gündelik besinlerinin başköşesine yerleştirmesine imkân sağlamıştır. Pek anılmaz ama şeker üretimi, demiryolları gibi, cumhuriyet döneminin ilk on yılının büyük başarılarından biridir. Osmanlı’nın, şekerpancarı şekerinin keşfinden beri 150 yılda yapamadığını, cumhuriyet dönemi 10 yılda kat kat fazlasıyla yapmıştır.

Şu hususu da eklemeden makalemizi sonlandırmayalım:

Biz Türkler, Avrupalılar gibi, şekere büyük bir iştahla sarıldık. Çay içmek söz konusu olduğunda rekor bizdeymiş diyorlar. Şimdi de tersine, şekerin zararlarını tartışıyoruz. Uzmanlar, şeker tüketimini azaltmamız için yoğun bilgilendirmeler yapıyorlar. Başlangıçta, ilaç olarak görüldüğü için mutfakta yerini sağlamlaştıran şeker, meğerse ilaç vasfına sahip değilmiş. Aşırı şişmanlığın, şeker hastalığının, diş çürümesinin ve kalp krizlerinin nedeni olduğu bilimsel araştırmalar sayesinde ortaya çıkarılmıştır. Şeker tüketimi ile mücadele etmek epey zorlu bir uğraştır. Çünkü dünyada şekerin yıllık üretimi 150 milyon tondur.

...

1 Sidney W. Mintz, Şeker ve Güç, Şekerin Modern Tarihteki Yeri, Kabalcı Yayınevi, 1997, sayfa 153

[2] Sidney W. Mintz, Şeker ve Güç, Şekerin Modern Tarihteki Yeri, Kabalcı Yayınevi, 1997, sayfa 58

[3] Sidney W. Mintz, Şeker ve Güç, Şekerin Modern Tarihteki Yeri, Kabalcı Yayınevi, 1997, sayfa 68

[4] Sidney W. Mintz, Şeker ve Güç, Şekerin Modern Tarihteki Yeri, Kabalcı Yayınevi, 1997, sayfa 128

[5] Sidney W. Mintz, Şeker ve Güç, Şekerin Modern Tarihteki Yeri, Kabalcı Yayınevi, 1997, sayfa 129

[6] Bakınız: İbrahim Okur, İkinci Binyılın Muhasebesi,

[7] Sidney W. Mintz, Şeker ve Güç, Şekerin Modern Tarihteki Yeri, Kabalcı Yayınevi, 1997, sayfa 131

[8] Sidney W. Mintz, Şeker ve Güç, Şekerin Modern Tarihteki Yeri, Kabalcı Yayınevi, 1997, sayfa 136

[9] Sidney W. Mintz, Şeker ve Güç, Şekerin Modern Tarihteki Yeri, Kabalcı Yayınevi, 1997, sayfa 138

[10] Sidney W. Mintz, Şeker ve Güç, Şekerin Modern Tarihteki Yeri, Kabalcı Yayınevi, 1997, sayfa 221

[11] Anabrittannica Ansiklopedisi, 29. Cilt, şeker pancarı maddesi

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.