Alabörü, büyülenmiş gibi Ayata'nın dolunay gibi parlayan yüzüne bakarak "Atam" diye söze başladı ve devam etti;
"Ben, uzun zamandır Bozboğa'yı avlamayı düşünüyor, gittiğim her yerde onun izini sürüyordum.
Burası obamızdan uzak olduğundan dolayı, Bozboğa 'nın izini sürmek için burayı sona bırakmıştım.
Aslında Bozboğa da bahaneydi. Ben kafamı dağıtmak için sebepler arıyordum.
Aklımın dehlizlerinde saklı olan asıl düşünce; uzun bir zamandır nüfusu artan obamızın topraklarının artan nüfusumuza göre genişleme gerekliliği olduğunu, buna göre de güvenliğimizin ve oba içinde huzurumuzun sağlanabilmesi için bir başa ihtiyacımız olduğunu düşünüyordum. Ve kendi halimde, kendi dünyamda obamıza bir baş arıyordum. Bu konuyu dedemle, babamla paylaştım.
Dedem yaşlandığını, obaya baş olacak yaşı çoktan geçtiğini, olsa olsa obanın başına seçilecek olan yiğidin, danışılacak insanlarından biri olabileceğini söyledi.
Babam da kendini işine, ailesinin geçimine adadığını ve obaya baş olmak için vaktinin olmadığını ve ayrıca böyle bir düşüncesinin de bulunmadığını söyledi.
Atam!
Dedem olsun, babam olsun, sen ol, obamızın diğer yiğitleri olsun; hepiniz mert, yürekli insanlarsınız, iyi avcılar, iyi savaşçılarsınız. Hepinizin gücü, kuvveti, kudreti ve yetenekleri var. Hepinizin obaya baş olacak yeterliliğiniz var" dedi ve ekledi. "Senin bilgeliğin obamıza değer katar, sen bize baş olmayı düşünür müsün?".
Alabörü'nün sorusu, her ne kadar Ayata'nın gururunu okşamış olsa da yüzünün aydınlığı, gönlünün büyüklüğü ve aklının bilgeliğiyle;
"Oğul, iyi düşünmüş, doğru davranmışsın. Büyüklerine konuyu açmış, onların fikirlerini sormuşsun. Bana da böyle bir soru sorman gururumu okşadı. Lakin biz artık ak saçlılardan, ululardan olduk. Ancak baş olanlar yeri geldiğinde isterlerse onların danışılacak insanları olabiliriz.
Hem sonra baş olacak yiğidin tabi ki mert, yürekli, iyi bir avcı, iyi bir savaşçı olması, bu görev için yeterli olmasının yanında bu işi çok istiyor olması da gerekir" dedi ve Alabörü'nün bu konuyu konuşurken gözlerinin parladığını, yüzünün aydınlandığını, bambaşka bir tavır aldığını fark ettiğinden devam etti;
"Yiğidim! Mademki sen bu yola baş koymuşsun, sana obaya baş olmayı kabul edebilecek, mert, yürekli, iyi bir avcı, iyi bir savaşçı, baş olmak için yeterli ve baş olmayı isteyecek birini biliyorum. Senin O 'nu bulmana yardımcı olabilirim, tabi ki sen de kabul edersen"..
Alabörü, Ayata'nın söylediklerinden memnuniyet duyduğunu belli ederek; "Atam, o yiğidi tanımak isterim. Nerededir, ne durumdadır, bulmak, bilmek, görmek isterim" dedi.
Bunun üzerine Ayata, Alabörü'ye obaya baş olabilecek yiğidin nerede ve kim olabileceğini söyledi.
Alabörü geceyi Ayata'nın çadırında misafiri olarak geçirdi ve sabahın ilk saatlerinde uyanıp, hazırlanıp vedalaşarak atına atlayıp yola koyuldu.
Yolu yaklaşık iki gün sürecekti. Obanın yakınından geçerek tam ters tarafta bulunan göle gidecekti. Ayata, Alabörü'ye gölün kenarında bulunan büyük çınar ağacının yakınında ve göl kenarında bulunan kayalığı tarif etmişti.
……….
Alabörü, zaman zaman atını dinlendirmek için durakladı. Atıyla beraber o da dinlendi. Çok kısa dinlenme araları verdiği için bir buçuk günde Ayata‘nın tarif ettiği bölgeye geldi. İlk önce büyük çınar ağacını sonra da göl kenarındaki kayalığı buldu.
Çizmelerini çıkardı. Çıplak ayakla göle girdi ve kayalıktaki en yüksek kayanın dibine kadar yürüdü. Hava kararmaya başlamış, görüş seviyesi azalmıştı. Elini kayanın dibine soktu. Ey yordamı ile bir şey arıyordu. Baştan eline bir deri ip dolandı. Daha sonra ipin ucunda bulunan yine el yordamıyla metal olduğu anlaşılan yuvarlak şeyi tuttu ve su yüzene çıkardı. Bu, gümüş bir madalyondu. Madalyonun ön yüzünde bir hayat ağacı kabartması vardı.
Hayat ağacı; köklerden göklere, göklerden köklere; var oluşu, hayatının bütününü simgeliyordu. Bütün insanlığın aynı kökten geldiğini, aynı gökyüzü altında var olduğunu anlatıyordu.
Eski Türk geleneğine göre de hayat ağacı; Dünya'yı tam ortasından öte-âleme ve bugün Kutup Yıldızı olarak bilinen Demir-Kazık Yıldızı'na bağlayan, dalları vasıtasıyla şamanlara yeryüzünden yüksek âlemlere yolculuk yapma olanağı sağlayan bir ağaçtı. Hayat Ağacına “Demir Ağaç” da denirdi.
Ayata, Alabörü‘ye “Kayalıktaki en yüksek kayanın dibinde ön yüzünde hayat ağacı kabartması olan gümüş bir madalyon bulacaksın. O gümüş madalyonun arkasını çevirip baktığında da obaya baş olacak yiğidi göreceksin” demişti.
Ayata, Alabörü‘ye mesaj içinde mesaj veriyordu.
Kararan havayla birlikte ortaya çıkan dolunay ışığında Alabörü, ön yüzünde hayat ağacı bulunan madalyonun arkasını çevirdi. Gümüş madalyonun arkası boştu ve dümdüzdü. Dolunay ışığında Alabörü’nün silueti madalyonun boş yüzüne yansıyordu.
Alabörü bir ara Ayata ‘nın kendisine yalan söylemiş olabileceğini düşündü. Yüzü düştü, asıldı. Bir anlamsızlığın içine düşmüştü ki; Ayata ‘nın “Gümüş madalyonun arkasını çevirip baktığında obaya baş olacak yiğidi göreceksin” dediği aklına geldi. Birden irkildi, sonra göverdi.
Ayata, Alabörü‘ye sadece obayı yönetecek olan yiğidi değil aynı zamanda kendini de buldurmuştu.
Kendini bulmak, kendini bilmenin mihenk taşıydı.
Alabörü, gölden çıkıp hemen çizmelerini ayağına çekti ve atına atlayıp obanın yolunu tuttu.
……….
Sevgili okuyucularım!
Alabörü, obaya nasıl baş oldu? İyi mi oldu, kötü mü oldu? Farz edelim ki; bu soruların cevaplarını zamana bıraktık ve zaman da bu zamanlara geldi.
Ben, şimdi “Obalara baş bulmakla, baş olmakla, bir arpa boyu yol almış mıyız, alamamış mıyız?” sorularının cevaplarını sizlere bırakayım ve müsaadenizle de yeni hikâyelere yelken açayım..
Yelkenli büyük, rüzgâr kuvvetli…
Velev ki yelkenli hepimizi almasın…
Yelkenlide olmasa da, benim dünyamda herkese yer var…
Rüzgâr işine gelince… Orhan Veli diyor ya “Hava bedava, bulut bedava” diye, eee.. rüzgâr da bedava…
Rüzgâr olmasa da, birlikte olduğumuzda kuvvetle ihtimal kuvvetli rüzgâr da yaparız…
Uzattıkça uzattım… Hem kısa keseyim hem de kıssa ile keseyim…
Hikâyenin kıssasıyla birlikte uzun lafın kısası; kendimizi bulalım, kendimizi bilelim, sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz…
Gerisi lafı güzaf, vesselam…