Aldatma yoluyla intikam alma içgüdüsü yaygın bir haklılık noktasına geldi.
“Eden bulur”, bulur elbette de ama bu Sam Amcaya öykünerek olmamalıydı.
Bir vakit batı hayranı terakkiperverler, saray çevresindeki aristokratlar, yaşam tarzlarını değiştirmişlerdi. Çoğu devşirme “saraylılar”, adları Müslüman olsa da atalarının genlerini İstanbul’a taşımışlar, çağdaş yaşamı seçmişlerdi kendilerine göre. Henüz Anadolu nasibini almamıştı bu anlayıştan. Onlar köylü ve cahildiler. Görevleri ülkeyi beslemekti. Kızların güzelleri cariye, erkeklerin akıllıları devlet memuru oldular. Kısacası herkes yerinde ve haddindeydi.
Bab-ı Ali’nin bitmez tükenmez batı iştahı, doğu medeniyetini hiçe sayan kibri, sığ, derinliği olmayan bir yığın şair ve yazar üretmiş; geleneğe, toplumsal anlayışa sezdirmeden ufak dokunuşlarla müdahaleye başlamışlardı. Daha sonraları elle tutulanlar olsa bile dünya edebiyatında çok ses getirecek bir çıkış olamamıştı. Oysa ki doğu medeniyetinin yetiştirdiği bir yığın alim, şair, mimar, bilge insanların ürettiği eserler batının temel kaynaklarıydı.
Aile, din, dil bir milletin temel çimentosuydu. Yavaş yavaş dökülmeye başlamalıydı. Hasarı ATATÜRK görmüş ve özellikle hedeflenen kitleler üzerine yüceltici söylemlerle dikkati çekmeye çalışmıştı.
Savaşların açtığı yaralar, dünya insanının kırgınlığı, “hayatın kısa ve dibine kadar yaşanması gerektiği” mottosuyla tamir edilmeye çalışıldı. Bu felsefenin en belirgin yansıması “Çiçek Çocukları”oldu ve kısa zamanda dünya gençliğini etkisi altına aldı. Sınırsız özgürlük madde bağımlılığına dönüşerek kendi toplumlarının baş belası oldu. Bizde de aleni olmasa bile müzik, davranış, giyim kuşam olarak taklit edildi.
60 darbesi, yorgun anne-babaların çocukları için bir nefes oldu. Sonrasında gelen dalga yıktı geçti. 80’in açtığı yaralar bezgin, ezik, güvensiz bir toplum yarattı.
Veeee ardından “DALLAS” dizisi…
Milyonları milli kanal TRT-1’e kilitledi. Artık her kadın potansiyel “Sue Allen”, her erkek potansiyel “Ceyar”dı. Mahallenin birazcık sıra dışı kadını ve despot erkekleri bu adla anılmaya başladı. Ardı arkası kesilmeyen hatta en yaşlıların bile birbirini aldattığı sahneler belleklerde başköşeye oturdu. Sıradanlaştı, mazeretler onaylandı, affedildi. İsyankâr, gününü gün etmeye çalışan kadın motifi; ezilmiş, horlanmış, hayatları çalınmış, zapt edilmiş kadınlara örnek oldu. “Biz de yaşamalıyız” düşüncesi o bilge, arif, tertemiz Anadolu annelerinin evlatlarına musallat oldu. Aşksız, sevgisiz, zoraki evliliklerin getirdiği ruh bunalımları, “Zaman geçiyor istediğini yap bir tek hayatın var!” dayatmaları ile egoların, nefislerin beslenmesine dönüştü. Zaten istenen de buydu. Oysa aldatılan ve aldatan için de ruhu inciten, hasta eden, onulmaz yaralar açan bir sebepmiş ihanet. Arkadaş, eş, dost, aile, sevgili fark etmiyor, kimden gelirse gelsin ruhu darmadağın ediyormuş. Giderek artan kadın erkek cinayetlerinin öne sürülen sebeplerinde de görüyoruz zaten.
Ruh bedenin önüne geçerse şifa, beden ruhun önüne geçerse hastalık oluyormuş. Biz her ne kadar batılı gibi yetiştiğimize inanıp, her şeye özgürlük açısından bakıyor olsak da mistik, derin ruhlarımız bu kalıba uymadı. Uyamıyor. Yaylalı ruhlarımız itelendi, ötelendi, örselendi. Elbette zamanın ruhu var. Dün imkânsız, çirkin, yasak denen bu gün normal olabilir. Ama sizi siz yapan değerlerle örtüştüğü veya çeliştiği noktaları bulup, kısacık ömrümüzü kimseye öykünmeden, kimsenin sömürmesine izin vermeden yaşayabiliriz.
Ülkenin çivisi çıktı. Batılılaşma cereyanı ile başlayan, tırtıklanan çimento dökülüyor, dayanacak gücü kalmadı. Kokuşmuşluk almış yürümüş. Diziler, filmler, üretilen eserler artık sıradanlaşıp mide bulandırır hale gelen çarpık, sapık ilişkilerin öykülerine kucak açmış yol alıyor. Bireysel algı ve kabullenişler topluma nakış nakış işleniyor. Ve muhafazakârlıkla milyonları avlayan avcıların kendi içleri de bundan nasibini alıyor. Videolar, tehditler gırla gidiyor..
Tez elden başımızı, bizi biz yapan o yayla havasına çevirmeli, derin derin nefes alıp özümüzün bize hâkim olmasını sağlamalıyız.
Nasıl yaşarsak yaşayalım, ne üretirsek üretelim biz hala batının gözünde dağlıyız. Bakmayın sırtımızı sıvazlamalarına. Trenler dolusu işçiyi, vatandaşlarının kabul etmediği işleri yapacak olanları bulmanın sevinciyle törenlerle karşıladılar. Şimdi “Avrupalıyım” diye gezen kuşak o cefakâr insanların ekmeğini yiyor.
Kadın, Allah’ın yarattığı en nahif yaratıktır. Zekâsı, algıları, detaycılığı ile erkeklere yoldaş, armağandır. Bizim kültürümüzde en kıymetli şeylerin adıdır. Oynanan kodlarımızı geri almalıyız. Öncesinde söylediğim gibi, zamanın ruhu var ve aykırı olamazsınız. Ama sizi zapdedip kirletmesine izin vermeyebilirsiniz. Hayat, dünyanın geçer akçesi için değil, onurlu ve mutlu yaşamak için bağışlanmıştır. Sevgisiz paranın mutluluk getirmediğini deneyimleyerek öğrenen kapitalizmin köleleriyiz biz. Daha daha demek bozdu bizi, üzdü, ilkelleştirdi.
“Bir lokma bir hırka” demiyorum. Günün getirdiği yeniliklerden yararlanmayalım, geri kalalım demiyorum. Hatasız yaşayalım demiyorum, gönül bağımızı, kazancımızı, zamanımızı, en hasarsız şekilde yaşarsak zaten mutlu olacağız biz ve ülke diyorum.
Bir şeyi de atlamadan geçemeyeceğim “Dallas”ın kelebek etkisinden söz ederken, şehvet dolu türkülerimizi de yadsıyamam. Ne ara dam üstünde un seren bacımızın göğüslerine türkü yakar olduk?. Dallas’tan önce miydi sonra mıydı?..
Saf temiz aşklara, kavuşulmamışlıklara, gidip de dönmeyenlere, çimene, çiçeğe türkü yakma geleneği ne zaman, tavukları yemleyip hacıyı çarşıya göndermeye evrildi acaba? Dallas’tan önce miydi sonra mıydı?
Dağa yaylaya gizlediğimiz, baskıladığımız tüm duygular Dallas rüzgârı ile açığa çıktı deyip, günah keçisi yapmayalım, haksızlık etmeyelim.
Bu arada muhafazakar (!) kanalların seksen beş milyon ülkenin, en sıra dışı, hasta tiplerini toplayıp, insanımızı günlerce ülkenin gerçek gündeminden uzak tutup, dudak uçuklatan paralar kazanmalarına ne demeli?
Sözün özü, bir ülkenin kimliği ile oynarsanız ve son hızla geçişler yaparsanız gelen dalgalara açık tutarsanız, zaten batmaya müsait hale gelmez mi? Zorla ve asırlara dayanarak oluşturduğumuz çimento hızla dökülüyor. Altından ne çıkar? İşte beni asıl ürküten bu gerçek. Yoklukta birbirlerine omuz veren ne aile bağı kaldı ne komşuluk ne hemşehrilik.. Bireysel hazların hırsların başköşeye oturduğu bu anlayıştır, asıl endişe edilmesi gereken..