Her gecenin bir sabahı vardır. İster gecede kalırsınız isterseniz de sabahı beklersiniz. Ancak başlangıçlar hiçbir zaman sonucu göstermez. Bu yüzden insanlar başlangıçtan değil sonuçtan korkarlar. Gidilen yolda, yol kazaları, yol sürprizleri, beklenmeyen zaferler, hüsranlar ya da mucizeler mümkündür. Başka bir deyişle siyahtan beyaza bir yığın renk vardır. Tıpkı geceden sabaha kadar olduğu gibi.
Yeni doğanın geleceği nasıl meçhulse, gidenin sonrası da öyle. Doğum ve ölüm arasına sığmış bir zaman dilimi yaşam. Ve o dilimde insan dediğimiz varlığın kendisini keşfetme serüveni ile alakalı yolu. Gücüne yapabileceklerine dair kendine yüklediği misyonu gerçekleştirme becerisini gösterenler, geceyi sabaha çevirenlerdir. Ve onlar insanoğluna sunulan sayısız nimetleri yine hemcinslerine sunmak için ömürlerini adamış sıra dışı kimselerdir. Kimselerdir, diyorum çünkü çoğunun adı bilinmez. Varoluşumuzdan beri insanın her adımına katkıda bulunan isimsiz kahramanlardır onlar. Ancak her zaman olduğu gibi ipi göğüsleyen alkışlanır.
Hep merak ederiz “Şunu kim keşfetmiş?” diye. Şimdi erişim kolay. Keşfedenin adı düşer önümüze ve biyografisi. Muhtemelen de çok fedakârca çalışmış, bir ömrü adamıştır. Elbette. Ama ya katkı sunanlar? Onların adı hiç bilinmez. Zaferi kazananlar alkışlanır, kaybedenler lanetlenir. Ama hep bir kişinin adıdır o zafer ya da yenilgi. Arkadaş ve yancılar hep unutulur.
Siyahtan beyaza geçiş hemen olmaz demiştik. O evrelerdir asıl sonu hazırlayan.
İnsanın kendini keşfetmesi aynı zamanda evreni keşfetmesi ile başlar. Her eksiden bir artı, her artıdan bir eksi çıkarabileceğini anladığında medeniyet dediğimiz bazılarımıza göre ”Tek dişi kalmış canavar”ı hortlatmıştır. Adım adım kendi emrine sunulmuş tüm nimetleri acımasızca ve adaletsizce pay etmenin günahına dalmıştır. Daha daha açgözlülüğü dünya ile yetinmeyip gökyüzüne kadar uzanmıştır. Henüz dünyanın güllük gülistanlık olmayan düzeninden çalınanlarla göğe çıkma hovardalığı da o dişsiz medeniyetin vampirlerinin sefası olmuştur. İsraf edilmiş, milyonların sofrasından çalınmış ve yine tekliklere yüklenmiş zafer naraları geçmişten farklı değil, olmayacak da. Bilim adına denilen şey mutlu azınlığın rüyasının uşaklığıdır. Ölümsüz olmak hayali gibi, dünya kaynakları bittiğinde uzayda yeni olanaklar arayışı hüsrandır. Kıyameti yadsımak ise en hafif deyimi ile aymazlıktır.
Yerin kilometrelerce altında sınırsız elmas yatakları olduğu keşfedildi. Yakında oraya da yer altı seferleri başlarsa şaşmayalım.
İnsanın, insanı köleleştirme kullaştırma ve kendisini de Tanrı yerine koyma arzusunu hala anlayamadık.
Tanrının insana sunduğu yetenekler insanı daha insanca yaşatmak için kullanılmalıydı. Başlangıçlar hep öyle olsa da giderek mutlu azınlığın hizmetkârı olmuştur bilim.
Atomun parçalanışı unutamadığımız Hiroşima’yı yaratırken, atom sayesinde bilimin baş döndürücü serüvenine tanıklık ediyoruz. Yanlış anlaşılmasın, bilime karşı olmam mümkün değil, bilimin mutlu azınlığın keyfince kullanılmasına ve insanlığa sunulmuş kaynakların heder edilmesine karşıyım.
Çeşitlilik ve renkler Tanrının tek düzeliğe çektiği çizgisidir. Elbette farklı olacak, farklı düşünecek, farklı yeteneklerde olacağız. Tüm bunlar dünyayı daha yaşanılası hale getirmek ve bize tanınan az bir zaman dilimini eşit paylaşımlarla tamamlamak için verilmiştir.
Tütün karasını safire, geceyi gündüze, siyahı beyaza tercih etmek insanlığın temel sorunudur. Tersine döndüğünde ve nereye bu gidiş dediğimizde muhteşem evrenimiz derin bir soluk alacaktır.
Ne güzel söylemiş asırlar önce belki de bu gidişi fark eden Yunus Emre;
“İlim ilim bilmektir/ ilim kendin bilmektir/ Sen kendini bilmezsen/ Ya nice okumaktır.” İnsan kendini ve sınırlarını bilecek, o sınırların kendi özünde olduğunu da. Elbette bu duruma bilimin katkısı sınırsız. Atılan tüm adımların, tüm çabaların sadece ve yalnız insanlığın huzuru ve mutluluğu için olması tek arzumuz. Kendi yeteneklerini bu amaca adamış zerre emeği geçen herkesin ruhu şad olsun.
Ha, bu arada ‘zaferler tek kişinin değildir, tıpkı yenilgilerin olduğu gibi..’