Edebiyatta, tasavvufta, İslam'da gül metaforu beşeri ve ilahi aşkı içerir. Üzerine pek çok eser üretilmiş, renkleri sembolleştirilmiştir. Kokusu, yağı, eski çağlardan beri kadınların vazgeçilmezi olmuştur. Sevgili ile özdeşleştirilmiş bu efsane çiçek benim dünyamda hüznü ifade eder.
Çocukluğumda mahallemizde bizden birkaç yaş büyük bir meczup dolaşırdı. Çoğu zaman elinde tek bir pembe gülle. O zamanlarda her evin bahçesinde, bahçe yoksa balkonlarda mutlaka gül yetiştirilirdi. Çoğu zaman demir kapıların üzerini bir ağ gibi saran yediveren gülleri arılara ev sahipliği yapar bizi mutsuz kılardı. Her gün birimiz arı sokmasından nasibimizi alırdık. Sevmezdik bu yüzden gülleri. Ve bu genç adamın güle olan tutkusu bize anlamsız hatta itici gelirdi.
Mahallenin yaramaz çocukları gülleri önünde parçaladıklarında bayıldığını görüp bunu alışkanlığa dönüştürmüşlerdi. Tüm mahalle büyüklerimiz ve garibin anne babasının uyarıları, hafiften dayak ve daha ağır tehditler çare olmuyor, bir kıyıda köşede yine yapacaklarını yapıp tacize devam ediyorlardı. Bir zaman sonra bıktılar. Artık kendilerini oyalayacak başka konular vardı, onunla uğraşmaktan vazgeçtiler. O elinde gül, dolaşmaya devam etti.
Üniversite yıllarımda onu daha az görüyordum. Bazen naylondan yapılmış pembe bir gülle, mevsimiyse ve bulduysa gerçek bir gül dalıyla. Saçları hafiften kırarmaya başlamıştı. Bir tesadüf eseri komşu bahçenin önünde titreyerek pembe güllere bakarken rastlamıştım. Demir kapıyı aşması mümkün değildi. Komşumuza seslenip ondan bir dal gül rica ettim. Önce anlamlandıramadı. Ama yerde boylu boyunca yatan Cemil’i görünce ellerini kanatmak pahasına bir gül dalı uzattı. Pembe gülü aldı yüzüne bastırdı. Yanaklarından sızan kanlar ürkütmüştü beni. O yokuştan aşağı koşarken ben arkasından öylece bakakalmıştım. Gülü veren kadın “Bu zavallıyı bir de evlendirmişler. Hangi kızın başını yaktılar acaba?” dedi. Onu yakından tanıdığını anlayınca neden bu durumda olduğunu sordum. Bir edebiyat tutkunu olarak beni günlerce ağlatan hikayesini dinledim.
“Cemil onbeş yaşında köyde komşu kızı Pembegül’e aşık olmuş. Evet tam onbeş yaşındaymış. Pembegül ise gelinlik çağındaymış. Çok güzel bir kızmış. Pek çok talibi varmış. Cemil istemeye gelenler gidinceye kadar kapısında beklermiş. Verilmediğini duyunca kar kış bile demez sevincinden dağlara koşarmış. Kendisinin olamayacağını bildiği için 'en azından başkasının da değil' diye teselli olurmuş. Babası, kim ne tavsiye ettiyse yerine getirmiş vazgeçirmek için. Kızın gelin olduğu gece güldalına asmış kendisini ama cılız dal kopunca kurtulmuş. Bu kez de gelin gittiği evin kapısında sabahlamaya başlamış. Kimseye zararı yok diye dokunmamışlar. En sonunda aile göç etmeye karar vermiş. Yolculukları sırasında otobüs bağ evlerinden geçerken sinir krizleri geçirmiş de bir otobüs dolusu insan teselli edememiş. O gün bu gün eser kalmış. Gül görünce titrer, ulaşamazsa bayılırmış”
Edebiyatta metafordur kara sevda. Koyu, karanlık, ulaşılmaz anlamları için kullanılır, gülle süslenir satırlar. Bülbülün katilidir, sevgilinin de.. Cemil benim dünyamda “Gül” sözcüğünün simgesidir. “Bir gülü sevdim/ Bir seni sevdim” diyen şair ile duygudaştır.
Sizlerin de bildiği gibi Ö. Lütfü Mete’nin “Sarı Gül”ü, Sezai Karakoç’un “Mona Roza”sı, Ü.Yaşar'ın “Beyaz Gül”ü, Yahya Kemal’in “Rindlerin Ölümü” de güle yazılmış en güzel eserlerden birkaçıdır.
Tasavvufta gül, Allah ve peygamber aşkını simgelediği gibi ereni de bu sevdaya yönlendiren sembol olarak görünür. Peygamberimizin yüzünün güzelliğini ifade ettiği varsayılır.
Bu buğulu Bursa sabahında bahçemdeki güller inatla yaşamını sürdürüken, beni o günlere ve artık mezarı tamamen güllerle kaplı Cemil’e götürdü.
Birçok şair ve yazar o yollardan geçmiş olmalı ki aynı rüzgar onlar için de esmiş, üşütmüş, dondurmuş bazen de mevsimsiz bahar yaşatmıştır. Edebiyat, tam da bu yüzden insan ruhunun sanatıdır.