Güzel bir Bursa sabahında evimin yakınındaki kolejin önünden geçiyordum. Tanıdık bir görüntü; öğretmenler kontrol ederek bindiriyorlar öğrencileri servislere. Sırtlarında kilolarca çantaları. Mutsuz ve keyifsiz yüzleri eşliğinde. Her iki taraf da zaman kapma yarışında. Bu görüntü beni yıllar öncesine götürdü.
Bizim çocukluğumuzda okulca bir yerlere gitmek -en çok da pikniğe giderdik - en unutulmaz anılar demekti. Sevdiğimiz arkadaşlarla paylaşarak hazırlanırdı kumanyalar. Öğretmenlerimize ikram yarışına girerdik. Ağaç altı, dere kenarı seçilirdi genellikle. Bize çizilen sınırları ihlal etmeden bildiğimiz tüm oyunlara, çuval yarışı, mendil kapmaca, yakan top eklenirdi. Akşamında da deliksiz bir uykuyla veda ederdik yorgunluğa.
Şimdiki gençler bu oyunları pek bilmez. İzlemişse, bir kaçına belki eski Türk filmlerinde rastlamıştır.
Günümüzde kimsenin kimseyi pek tanımadığı apartmanların bahçesi sadece peyzaj mimarının işidir. Orada yaşayan çocukları bırakın bir kenara büyüklere dahi sorsanız kaç ağaç kaç çeşit çiçek var bilmezler.
Bahçelerimiz oyun alanı olmakla kalmaz gizli tüm işlerimize mekân olurdu. Erkek çocuklara yasaklanan “Teksas -Tommiks maceraları”, kızların da “resimli romanları” annelerimizin gözü gibi baktığı tenekeye dikilmiş limon ağaçlarının altına konurdu. “Yerini sevdi kıpırdatmayalım” sözü bize emin bir “zula” kazandırmıştı. Sonra annelerimizin çay saati dedikoduları ilgi alanlarının dışına taşırdı bizi. Tabaklara konulan yiyeceklerle bahçeye koşar, sevgili kasamız limon ağacından emanetleri alır, kızlar bir köşeye oğlanlar bir köşeye çekilirdi. Sonrasında onlar hayali bir savaşı taklit ederken biz kızlar foto romandaki çiftlerin hayaline dalardık. Onlar ne kadar savaşçı ise biz o kadar barışçıydık. Biz aşkı onlar savaşı sevmişlerdi. Erkek çocukları ya! Biz sadece mahallemize gelen yabancıları değil böceklerini bile bilirdik. İletişim aracımız sesimizdi. İleriki yaşlarda, mesajlar, mektuplar, şiirler, anket defterleri…
Gençler kalemle yazmayı sevmiyor. Bir tuş yakınlığında en uzaklar. Sosyal medya haberleri, bilgisayar oyunları, fenomenler, idoller… Gündem çok farklı ve hızla değişiyor. Dünyanın öbür ucunda uzak doğuda bir grup erkek çocuğunun gece uykusu, ne yediği ne içtiği, ne giydiği ile ilgililer. O kadar ki tanınmış birinin giydiği bir ceket dakikada 40 bin satıyor. Dünyanın en ünlü markalarının milyon dolarlık yüzleri hepsi. İnanılmaz bu kuşatma içinde gündem dışı kalmamak için bu çembere katılıyor tüm gençler, kapitalizmin oyuncağı olduğunun farkında olmadan.. Sonra hızla tik-tok denen bir rezalet giriyor hayatımıza. Hadi gençleri hoş görelim ve “zamanın ruhu böyle” diyelim, ya o sokakta görsek aklı başında insanlar sandığımız orta yaşlı veya yaşlı insanların da bu furyaya katılmasına, akla ziyan görüntülerine ne mazeret bulacağız? Ne aile mahremiyeti kaldı ne yuva. Telefonu eline alan tıklanma sevdasına düştü, adeta bir ruhsal hastalık salgını yayılıyor.
Bahçe bizim kültürümüzde muhabbet demektir. Günün yorgunluğu içinde bir çay, bir kahve molası kadar bile olsa birbirinden haberdar olmaktır. Selamsız sabahsız yanlarından geçenin kim olduğundan habersiz, güvenliği için her köşeye konmuş kameralara sığınan bir toplum için şimdilerde anlık bir görüntü bahçeler. O kadar ki dökülen meyvelerden bile bihaberler. Kulelerde yaşam daha vahim. Park yeri yerin dibinde. Oradan asansöre binip dakikalarca evine çıkan insanın bahçelerindeki çiçekten börtü böcekten haberi olabilir mi?
Aile kavramı sofralarla pekişirdi. En kıymetli yiyecekler misafir için saklanırdı. “Aman mahcup olmayalım hanım, eksik var mı akşama?” derdi babalarımız. Siyaset, memleket, iş meseleleri babalarımızın; dikiş nakış, yün modelleri annelerimizin gündemiydi. Hele de kız çocukları varsa çeyiz telaşları hiç bitmezdi. Kızların hiçbir eksiği olmamalıydı. Erkek çocuğunun çeyizi okul, para ve altındı. Altın günlerinde mutfak masrafından arttırılan altınlar sıkışan aile reisine destek olmanın yanında gelecekteki gelin için biriktirilirdi. Erkek çocuklarının okul bitmişse en önemli görev vakti gelmiştir, askerlik. Davul zurna, kınalar ve dualarla uğurlanırdı gençler. Arkada bıraktığı nişanlı ya da sevgili yoksa o süreçte kız bakılır dönünce başı bağlansın diye. Gerçekten de birçok gencin bu gelenekle sadece başı değil geleceği de bağlanırdı. “Nikâhta keramet var” diye. Oysa hiç de öyle olmadığı kısa sürede anlaşılırdı. Çok şükür ki insanların hayatına ambargo konan bu gelenek en muhafazakâr ailelerde bile değer görmüyor artık. Değişen mahalleler, birbirinden kopan akrabalar, kimsenin kimseye kefil olamaması geleceğe dair hayat planını gençlere bırakma nedeni oldu. İyi de oldu belki de. Herkes hayati kararlarının sorumluluğunu almalı.
Kanaatkâr söylemlerle büyümüş çocukların gelecek kaygısı yoktu. Okulu bitirip bir yerlerde işe girmek o gün için yeterliydi. Ticaret yapanlar daha büyük hayaller kurma hakkına sahipti. Büyüklerimiz emekli olunca bir ev bir araba alabiliyorlardı ve annelerimiz o günlerin hayalleri ile mutlu olurlardı.
Markanın ve sosyal medyanın iliğimizi sömürmeye başlamadığı o günlerde neredeyse eşitti çocuklar. Hali vakti yerinde olanlar asla abartmaz, kimsenin gözüne sokmazlardı. Muhteşem bir görgü ve nezaket vardı.
Çocukların yarış atına döndürülmediği yıllarda gelecek kaygısı sadece sınıf geçmekle sınırlıydı.
Baş döndürücü bir tüketim dünyasına bodoslama girmiş ülkemizin çocukları elbette mutsuz olacak. Kimisi en pahalı markalarla itibar kazanıp popüler olurken diğeri ya haylazlıkla ya da başarı ile ilgi çekecek. Gençlik böyle bir girdapta. Ailelere hak vermiyor değilim. Birçoğunun şartlarını zorlayarak özel okullara gönderdikleri çocuklarının başarısızlıkları ile karşılaştıklarındaki şoku da anlıyorum. Başarı ne okulla alakalıdır ne de öğretmenle. Başarı bizzat başarmaya odaklanmış çocukla alakalıdır. Prensipli çalışan, öğrenmeyi seven gençler zaman içinde başarının tadını aldıkça daha çok başarmak isteyeceklerdir. Onlara bu haz tattırılmalı. İşte orada öğretmen devreye giriyor.
Mutsuz gençlik kısa yoldan hatta çalışmadan zenginliğe ulaşmak istiyor.
İdoller gibi yaşamak ya da başarmak istiyor.
Alın teri denen sözcük içi boşaltılmış bir değer oldu. Tüm bu olumsuzlukların dışında kalmış pırıl pırıl bir gençlik de var elbette. “Boş teneke çok ses çıkarır” ama bunlar dolu, sessiz ve derinden yürüyorlar. Tüm duam çoğalmaları.
Ailelerin baskısı, yaşamak istedikleri hayat kaygısı ve sosyal medyanın aşıladığı umutsuzluk ve karamsarlık pompalaması sadece geleceklerini değil ülkeyi de karartıyor. Gençliğimiz de adını anmadığımız, sadece tarih ve coğrafya kitaplarından tanıdığımız ülkeleri gezmek daha da önemlisi orada yaşamak istiyorlar. "Kendin için yaşa, anı yaşa” sözü ilke edinilmiş. Bir ülkenin ruhunu emmek ve içini boşaltmak tam da böyle olur. Hırsla çalışmak, eskiden bizi yetiştiren ülke için bedel ödemek sayılırken, yeni uzak ufuklara yol açmak için şişiriliyor yelkenler.
Ve güzel ülkem bir kayık gibi sallanarak giriyor yeni bir yıla.
Umarım 2024 acısız, barış dolu bereket dolu bir yıl olur.
Umarım..