Yetmişli yılların başıydı, hiç unutamam şehrin ekin pazarı tıklım tıklım dolardı. Bereket, kazanç demekti ekin pazarı. Köylüler, ekip biçtikleri her şeyi buraya getirirler, sıkı bir pazarlıktan sonra mahsullerini satarlardı. Bazen kadınlar ve çocuklar da eşlik ederdi erkeklere. Nasıl etmesinler ki? O gün evin, çoluk çocuğun ihtiyaçları karşılanmalıydı. Bunların hepsi de tarladan çıkan o mahsule bakardı.
Yetmişlerin sonuna doğru traktör köy hayatının önemli bir simgesi haline gelmişti. Gücü yeten tek başına traktör alabiliyor ya da iki üç kişi bir araya gelip bir traktöre sahip olabiliyordu. Köyün her karış toprağı ekilirdi o yıllar. Yazın her yerde harmanlar kurulur, gece gündüz makineler çalışır, harman sürülür ve bereket yağardı evlere. Tonlarca buğday evlere istif edilir, bahara doğru fiyatlar yükselince ekin pazarının yolu tutulurdu. Kimse de para yoktu ama her evde buğday vardı. Alış veriş buğdayla yapılırdı. Buğday öyle önemli bir değerdi ki, düğün evine hediye olarak buğday götürülürdü. Köy düğünlerinin en gözde yemeği olan keşkeğin ana malzemesinden biri yarma buğdaydı. Buğdayı çok olan aileler köyde hatırı sayılır kimselerdi. Kışın unu tükenenler bu ailelerin kapısını çalar, yaza kadar birkaç çuval buğday alırlar ve harmanda geri verirlerdi.
Tohumun toprağa ekilmesi zahmetli, bir o kadar da keyifli bir iştir. Şuraya şu kadar, buraya bu kadar ektim, mevsim de iyi giderse şu kadar buğday alırım gibi konuşmalar hâlâ zihnimdedir. Dikkatimi çeken bir şey vardı; bu insanların geneli pek okul filan görmüş insanlar değildi, ama aşağı yukarı doğru tahminlerde bulunuyorlardı. Kış iyi geçerse, baharda yağmurda yağarsa hangi tarladan kaç ton, kaç traktör buğday alabileceklerini ve kazançlarının ne olabileceğini tahmin ederlerdi. Bu tür hesapları kağıt kalem kullanmadan zihinden yapıp söylemelerine hayran kalırdım. Baharın başında buğday taneleri filizlenir ve tarlalar yem yeşil olurdu. Buğdayın büyümesini gün be gün takip eden köylülerin, “bir yağmur daha yağarsa tarla kendini kurtarır” sözü umudun ve bereketin ifadesiydi. Haziran sonuna doğru buğday iyice büyümüş ve olgunlaşmış olurdu. Rüzgâr çıktığında buğday tarlalarının kendine has sesi dün gibi kulağımdadır. Başakların toprağa eğilerek bir o yana bir bu yana sallanmasını duyar gibi olurum.
Doksanlı yılların sonuna kadar, eski canlılığı olmasa da köyde tarım bir biçimde devam etti. Bu süreç içerisinde köyün gençleri iş bulmak amacıyla büyük şehirlere taşındılar. Böylelikle köyün ilkokulu da kapanmış oldu. Başta baklagiller olmak üzere köyde sulu tarım bitmişti. İki binli yılların başından günümüze kadar, tarım ve hayvancılık sürekli azalarak yok denebilecek bir noktaya geldi. Köyün meralarında hayvanlar yoktu artık, tarlalar bozkır olmuş ve dedelerimizden kalan bağ bahçeler kurumuştu. Köyün bereketi kalmamıştı, insanlar eski insan değildi. Kimse ekip biçmek istemiyordu. Parası olan şehirden alıyordu her şeyini.
Pandemi döneminde köyde uzun bir zaman geçirme fırsatım oldu. Sevgili babacığım akıllı ve öngörüsü yüksek bir Anadolu insanıdır. “Biz eskiden dağlar, tepeler gibi buğday satardık, ekin pazarında buğday yok, bu millet bir gün aç kalır aç” diye kaygılanıyordu. Bir savaş çıkarsa Rusya buğdayı kendisine saklar, bize vermez endişesiyle beş dönüm buğday ektirdiğini söyledi. “O tarlanın buğdayı size iki sene yeter, çuvallara doldurup evde saklarsınız” diyordu. Babam bunu 2020 yılının nisan ayında söylemişti. Kim bilirdi, iki sene sonra Rusya’nın Ukrayna’ya savaş açacağını. Hatta ekmeğin ve her türlü gıdanın fiyatının birkaç kat artacağını. Balkan harbini, milli mücadeleyi ve ikinci dünya savaşını yaşamış büyükler, “aman ha bir tarafa bir ambar buğday koyun ne olur ne olmaz” diye sıkı sıkı öğütte bulunurlardı. Ne kadar haklılarmış. Bu insanlar yokluğu, yoksulluğu ve kıtlığı görmüştü. Buğday onlar için her şeydi.
İnsanın aklına ister istemez şöyle bir iki soru geliyor. Biz zamanlar yurt dışına buğday satan bu güzel ülke nasıl oldu da kendi buğday ihtiyacını karşılayamaz oldu? Anadolu insanı, yani üreten insan böyle bir öngörüye sahipken, dahası bunu sezgisiyle, deneyimiyle bilirken, uzun yıllardır memleketi yöneten kadrolar bunu nasıl göremediler? Demek ki, hak etmediği koltuklarda oturup üç beş maaş almakla feraset sahibi insan olunmuyor. Sezgi, öngörü ve akıl deneyimle birleştiğinde böyle bir nitelik ortaya çıkıyor. İşte Anadolu insanının feraseti, yüzyıllardır bu değerler üzerinde biçimlenerek, her yerde ve en zor koşullarda kendini gösteriyor.