1985 Yılında başladığım ticarete 1987 yılında ayak uydurmuş, Minerva Bilgisayar Şti. ni kurarak Taiwan’dan ithal ettiğimiz bilgisayarların satışını ve program yazılımları yapıyorduk. Anadolu tabiri ile bitimiz kanlanmıştı (*).. Artık atımız, arabamız vardı. Bursa Ticaret ve Sanayi Odası meclis üyesi seçilmiştim. Apartman komşum müteahhit inşaat mühendisi Erzurumlu (hemşerim) Kaya Polat Anavatan Partisi’nde siyaset yapıyordu. Benim de toplantılara katılmamı istedi. İl başkanılığı seçimleri çok çekişmeliydi. Turgut Kuban adında müteahhit bir hemşerimiz il başkanlığı için adaydı.

Darbeden sonra işten atılmış yanına alarak çalıştırdığı bir inşaat mühendisini merkez ilçe başkanlığına seçtirmeyi başarmıştı. Seçim sonucu garanti gibiydi. Yönetim kurulunda da yine bunun iş verdiği harfiyatçılar vardı. Fakat il başkanı seçilemedi. Hepsinin nemalanarak karşı safa geçtikleri anlatılıyordu. Bunun için önlem olarak Erzurumlu ekabirler de birlik ve dayanışmayı geliştirme kararı aldı. Bunu bir cemiyete dönüştürme çalışmalarına başlandı. Bu cemiyetin adı Erzurumlular kültür, dayanışma ve birlik vakfı olarak dile getirildi. Ben aktif değildim. Sadece gözlemci statüsünde bu olayları takip ediyordum. Şaşırtıcı bir heyecan ve gayret gördüm. Hele Atatürk Üniversitesi emekli matbaa müdürü Cafer Emmi ile buzdolapçı Çavuşoğlu başta olmak üzere hepsi mağdur hemşehrileri için birşeyler yapma çabasında idiler. Rutin olarak toplantılar yapılıyordu. Bir de tüzük komisyonu kurdular.

O dönemde İzmir’de Erzurum vakfı kuruluşunu kutlamak için Turgut Kuban’ı ve diğer hemşerileri davet etmişlerdi. Ben, Turgut Kuban ve Sebahattin Öztürk Efes Otelinde kalıyorduk. Törenlere katıldık. Gerçekten mutluluk verici idi. Benim önerimle gece üçümüz toplandık. Diğer ikisi varlıklı müteahhit oldukları için sordum. 150’şer bin lira bağış yapabilirlerse sadece Erzurum adı ile değil Aziziye adı ile tabyada mücadele vermiş diğer komşuşehirleri de ortak edelim. Her ikisi de kabul etti.

Bursa Üniversitesi’nde asistan iken bazı görevlilerle Rizeli Mustafa Ateş’in otelinin altındaki kahvede eğlencesine okey oynuyorduk. İhtilalde kardenizli müteahhitlere iş vermedikleri için birine çay ısmarlama korkusu ile ayakta duruyorlardı. Kimde para var/yok anlaşılıyordu. Bu nedenle desteğin olacağını bekliyordum. Bursa’ya döndük, diğer şehir dernekleri ile temasa geçerek 15 katılımcı daha aynı desteği sağlayacağını söyledi. Sayılar olarak Trabzon 2, Gümüşhane 1, Rize 2, Ağrı 2, Erzincan 1, Kars 2 ve Artvin 1 diye hatırlıyorum. Kalp Damar Cerrahı Prof. Dr. Hayati Özkan o zamanlar ihtisas yapıyordu. Hocası Prof. Dr. Ayhan Özdemir’in bir müteaahhitle ortak hastane yaptıklarını, fakat anlaşamadıklarını bana anlatmıştı. Hocaya sorduğumuzda 750 bin liraya kaba inşaatı bitmiş binayı satabileceğini söyledi. Bizde burayı alıp dayanışmayı artırmak için vakıf olarak ücretsiz faliyete geçirmeyi planladık. Tüzüğü hazırlarken mütevvelli heyetini iki kısma ayırmıştık. Birincisi yatırım yapacak olan değişmez üyeler diğeride katılan illerin en yüksek oyla seçilmiş milletvekilleri ve vakfın aidatlı üyelerinin seçeği belli sayıda üyeden olmasını benim önerimle kabul ettiler. Bunun için Bursa Almira Otel’de bir toplantı düzenledik. Milletvekillerinden davet edilenlerin bazıları da katıldı. Sağlık Bakanı da Erzurumlu idi. Oda hastanenin tüm teçhizatının bakanlığınca tedarik edileceğini söyledi. Artık sözleşme de hazırdı.

Böylece Bursa’da yerleşik bazı hemşeri dernekleri kuran cemaatler (topluluklar) siyasi güç oluşturmak amacıyla bir cemiyet kurarak dayanışma ve yardımlaşma yoluyla etkin hale geleceklerdi. Atatürk ve arkadaşları da Anadolu'da kurulan müdafaa cemiyetlerini bir araya kongreler yoluyla getirerek kurtuluş savaşı için Ankara’da yeni bir cemiyeti yani Millet Meclisi'ni kurmuşlardı.

Aradan bir kaç gün geçmişti. Bazı hemşerilerim yanıma geldi. Sözcüleri Cafer Emmi (amca) ile buzdolapçı Çavuşoğlu: sadece Erzurumlular olarak vakıf kurmak istediklerini söylediler. “İki tane yetmezmiş gibi sen başımıza 15 tane daha bey, ağa çıkardın. 1946’dan beri ağaları başımızdan atmak için mücadele etmiş insanlarız” dediler. Biz çocuklarımıza bizi anacakları bir eser bırakmak istiyoruz, onlar parayı versinler biz yaparız dediler. Ben de cevaben: “Cafer Emmi siz parayı harcamayı öğreneceksiniz diye kimse vermez. Öyle enayiler bulursanız bana da haber verin. Bende sizinleyim .” dedim. Kalkıp gittiler.

Aradan bir yıl geçti. Cafer emi yanıma geldi. “Kusura bakma, seni anlayamadığım için özür dilerim” dedi. Onlar makbuz elde para toplamaya gtimişler. Sebahatttin Öztürk ve Turgut Kuban demişler ki: “Hemşerilerden para toplayın. Sonra bizim yanımıza gelin. Toplanan miktarın ikişer katını da biz verelim”.. Tabii ki toplanan yeterli olmadığı için vakfı kuramamışlardı. Niye böyle bir tavır aldıklarını 1991 seçimlerinde net olarak anladım.

Erzurumlular vakıf yerine dernekle birlikteliklerini sürdürmeye çalışıyorlardı. Fakat kira ve giderlerinin çoğunu Sebahattin Öztürk ödüyordu. 1991 seçimlerinde yanımıza geldiler. “Kardeş biz 100 bin Erzurumlu burdayız. Bir milletvekili hakkımız. Siyasi partilerle görüşelim. Kim yer verirse oylarımızı ona verelim..” DYP İl Başkanı Turan Tayan’dı. Derneği ziyarete geleceğini bize de bildirdiler. Gittik. Her iki bölgede birer tane seçilecek yerden sıra istediler. O da cevaben: "Türkiye’de 70’den fazla vilayet var. Her il 2 şer tane isterse ben ne yapacağım? Zaten listeler 6’şar kişilik. Siz böyle bölücülük yapacaksanız ben gidiyorum" dedi. Kalkıp ceketini giydi. Baktım kimseden ses yok. Dedim ki : "Turan bey, Erzurum’dan bölücü çıkmaz. Tarihimiz bunu ispatlamıştır. Otur sana bir olay anlatacağım. İsmet Paşa 2. Dünya Savaşı sırasında kışın bir askeri birliği denetlemeye gitmiş. Nasılsın sorusuna asker "açız! açız!.." diye bağırmış. İsmetpaşa büyük bir kartopu yaptırıp baştaki askere verdirmiş. Elden ele gezdirin demiş. En son askerden alıp birliğe göstermiş. Evlatlarım benim size ayırdığım tahsisat ilk toptu. Size gelen ise bu. Benim hemşerilerimde kartopunu hiç elliyemediler. Hep uzaktan baktılar. Şimdi ellemek istiyorlar.."... Bunun üzerine "Hoca çayları söyle oturalım" dedi. Oturduk. Her iki bölgeden birer isim listeye koyacaktı. Fakat isimler 7. sıradan sonra olacaktı. “Eğer seçebiliyorsanız işaretli oy verin, hemşerinizi seçin” dedi, anlaştılar.

Biz Erzurumlular adayı nasıl belirleyeceğiz tartışmasına giriştik. “Kimler aday olmak istiyorsa başkana adını yazdırsın” dediler.

İmamlar ve kendini değerli görenler davet beklerken müteahhidinden amelesine kadar hepsi adaydı. Kim yararlı olur? Kim bu göreve yeterlidir? Böyle bir dertleri yoktu. Düşündüm; Bu Erzurumlular Bursa’ya kaplıcaları için mi gelmiştiler? Hayır. Denize girmek için mi? Yoksa kışın dağda kayak yapmak için mi gelmiştiler? Hayır. Yoksa yeşili çok sevdikleri için mi? Hayır. Yardımlaşmak ve dayanışmak istiyorlar mıydı? Hayır. Ya ne için gelmişlerdi? Değer yargılarına ne olmuştu?

Her şey PARA için.. Zengin olmak için.. Maliyeti ne olursa olsun onlara bunu sağlayacak hiçbir fırsatı kaçırmak istemiyorlardı. Belirlenen adaylara 2-3 bin oy verdiler.

Acaba diğer şehir dernekleri nasıldı? Onlar da aynı kafada idiler. Fakat birbirini sevmeyen Artvin, Rize ve Trabzonlular kanka olup Aziziye Vakfı'ndaki birlikteliklerini siyasette güçbirliğine dönüştürmüş ve etkin hale gelmişlerdi. Adam kayırma yerine müteşebbisleri öne çıkarmaya çalışan Özal’a tepkiler artıyordu. Demirel Özal’a yönelenleri ihanetle suçluyordu. Onlar da korkuyorlardı. İnönü ile hükümeti kurarak “Nerde kalmıştık” diyerek eski düzene dönüş yapmayı başarmıştı. Özal’ın ölümüyle ANAP’ta kalmaya direnen Karadenizliler, Mesut Yılmaz’ın başkanlığı ile piyasanın en etkin iş adamları olmayı başarmışlardı. Yolsuzluk had safhada idi. Hilton oteli 255 milyon dolara Gümüşhaneli Aydın Doğan’a, Bursa Çelik Palas oteli de etrafına yapılan istinad duvarlarının yarı fiyatına Rizeli bir müteahhite satıldı.

Yılmaz döneminde özelleştirme adı altında yağma gırla gidiyordu. Çiller DYP’nin başına geçince yolsuzluk ayyuka çıktı. Para hırsı ile yanıp tutuşan utanmaz ve arsız insanların, olmayan ahlakları siyasi partileri de şekillendiriyordu. İmar değişikliği için pazarlık eden il başkanı bakan oluyordu. İstanbul, Ataşehir’de Migros’un bulunduğu meydan sütçülük yapan bir hemşerimizin idi. İmar planında inşaat alanları ortakları arasında pay edilir. Adama "senin yerin yeşil alan" diyerek çok ucuz fiyata satın almışlardı. Adam kandırılmıştı. TRT yeni imar kanunlarından doğan hakları açıklayan tek kelime anlatmıyordu. Halkı kandırmak, kamu arazilerini gecekondu yapmak üzere yandaşlar tarafından yağma edilerek halka satılıyordu. Aşırı iç göç, toplumda değer yargılarını yitirterek utanmaz hale getirmeye yetmişti. Halk kırgın ve kızgındı. Toplum son çare namuslu diye bildiği Ecevit’e yöneldi. “MHP’nin sokaklar da işi yoktur” diye yeni bir tavır ortaya koyan Bahçeli’nin desteği ile hükümet oldu. Bahçeli bugüne nasıl geldi? Çok düşünmek lazım. Fakat sanayileşme yerine kafası köy kente takılı kalan Ecevit hükümeti, ekonomik başarısızlıkla çöktü.

Herkes kendini kurtarma çabasına girdi. Deprem, devletin görevlerini yerine getiremediğini gösterdi. Yağma endişesi ile depremzede yakınlarının bölgeye girmesi yasaklandı. Binlerce kişi enkaz altında ölüme terkedildi. Kamu mallarını gasbeden tokatçı bankacı, ekmek arası dönerle insanları kandırabileceği iddiası ile seçimlere kurduğu partiyle katıldı. Artık halk sifonu çekme zamanının geldiğini gördü

Siyasi partilerde belirli bir kaç amaç için kurulmuş cemiyetlerdir. Hepsinin toplumları için idealleri ve yapacakları vardır. Asıl soru kendi cemiyetleri için yapacaklarıdır. İktidar olmayı (seçimle veya zorla) saltanat kayığını ele geçirmek olarak değerlendirildiğinde, kayıktaki günümüzün AKP’lileri de sadece zengin olmak istiyorlar. Zengin olmalarına imkân sağlayamayan görevleri de üstlenmek istemiyorlar. 3- 5 maaş alabildikleri işleri bile artık kerhen kabul ediyorlar. Onun için işlerini gördürebilmek için ihtiyaç duydukları kadroları diğer topluluklardan özellikle de dini cemaatlerden temin yoluna gittiler. Ecevit’in kayığından inen Nurcu Fethullah Gülen Cemaati, Nakşi renkler ile bezenmiş Milli Görüş gömleğini çıkarmaları kaydıyla "AKP kayığı"na bindiler. Bir müddet sonra onlar da “her işi biz yapıyoruz, malı başkaları götürüyor” iddiası ile paylarını artırmak istediler. Çatışma sonunda da tasfiye oldular. Şu cemaatin şu bakanlıkta, bu cemaatin bu bakanlıkta etkin olmasının nedeni de bu..

Bunların Osmanlıya ve tarihe saygıları da yukardaki iki resimde görülmektedir.

Türkiye'de geçmişten gelen tecrübe ile, bir topluluğu baskılayarak etkisiz hale getirmek için başka topluluklar kullanılmıştır. Solcu ve komünistleri etkisiz kılmak için Ülkücü ve sağ eğilimli gençlik kuruluşlarını, ihaleleri yandaşlara verebilmek için mafya diye bize anlatılan çeteleri itiraz edenlerin üzerine sürmüşlerdir. Şimdi de aynı yöntemler kullanılmaktadır.

İstanbul Belediye Başkanı'nın, bu şekilde varlık elde edenlerin tedirgin olmamaları için gerekli sinyalleri, düzenlediği turistik gezilerle anlatmaya çalıştığı izlenimi verme çabasında olduğu kanaatindeyim.

Var olan partiler, toplumsal talepleri karşılamak için örgütlenme ihtiyacının bir sonucudur. Yaşadıklarımızın sebebi değildir. Bu durum yaşamak isteyenlerin istekleri doğrultusunda meydane gelen olgulardır. Partileri suçlamadan önce “Ahlak” kavramını, her birey kendi isteklerine göre belirlemelidir. Sadece ibadetle, ritüellerle "ahlaklı" olduğu savıyla kendini kandırmaktan vaz geçmesi gerektiği kanaatindeyim.

Bu olanları en iyi açıklayan olaylardan biri de şöyledir; 

Ankara’da açılacak Millet Meclisine seçimler yapıldığında Dersim’in ileri gelenleri toplanmışlar ve aday olan Agit Ağaya sormuşlar. "İstanbul’a seçip yolladığımız mebuslar han hamam sahibi olup, geri dönmediler. Sen ne düşünüyorsun?"

Agit Ağa: "Beyler süt bozuksa, kaymağı da bozuk olur. Süt temiz ise kaymağı da temiz olur. Siz sütsünüz, bende kaymağım." demiş. olanları gördükçe sütün katman, katman nasıl bozulduğunu ve kaymağınında ne hale geldiğini ibretle izliyoruz.

AKP Hükümetinin şu anda, cemaatlerin taleplerini karşılamakta zorlandığı için, daha ucuz yeni kadrolara sahip cemaatlere ihtiyaç duyduğu görülmektedir. Yani yeni “kölemenler” bulmak istiyorlar.. İş sahibi yandaşlarının çoban ve ucuz işçi ihtiyaçlarını Afganistan’dan ve Suriye’den gelenlerle karşıladığını beyan ediyorlar. Yabancı uyruklu göçmenlerin bir kısmı ile sağlık ve öğretmen ihtiyacının karşılandığını haberlerde duyuyoruz. Diğer eksikleri temin edemezse ne olur? Gelecekte de yeniliklere açık bir yapı kurabileceği sivil anayasaya ihtiyaç duyuyor. Bekleyip göreceğiz.

Bu siyasi gelişmelerin aksine tarihi yaşanmışlıkları göz önüne almakta yarar var kanaatindeyim;

Genç Osman’ın türlü hakaretlerle katledilmesini sonraki padişahların hiç biri kabullenememiştir. Bektaşi tarikatı ve etkin olduğu Yeniçeri Ocağı, 2. Mahmut döneminde büyük bir yeniçeri katliamı ile kapatılmıştır. Eğitim ve öğretimi tarikatların kontrölünden kurtarmak için yaygın bir şekilde Sultan Abdülhamid zamanında en büyük reform olarak kabul edebileceğimiz mektepler açılarak batı medeniyetinin nimetlerinden yararlanılmış ve 1. Dünya Savaşı’nda yenilmezlik ünvanı kazanan kurmay subayların yetişmesine sebep olmuştur. Fakat diğer tekke ve zaviyelere muhabbet duyarak etkinliklerini sürdürme çabasındaki devşirme artıkları ve azınlıkların tepkilerini kırmak için, kurduğu güvenlik teşkilatı tepkilere neden olmuştur. Anadolu’da yetişmiş insan olmadığı için devlet yönetimi bunların elinden alınıp değiştirilememiştir. Azınlıklarla dengeleme çabası da sonuç vermemiştir.

Osmanlı aydınları bu açmazdan çıkacak bir yol bulamadığı için Cumhuriyetin kuruluşu ile anadolu çocuklarına fırsat eşitliği ve öncelik tanınmıştır. Saltanat yanlısı görünenlerin örgütlü tepkilerini ortadan kaldırmak için de tekke ve zaviyeler kapatılmıştır. Böylece kiliselerin cemaatleri üzerindeki baskı ve kontrölleri de ortadan kaldırılmıştır. Anadolu gençlerinin yetiştirilip yurt dışına öğrenim görmeleri için gönderilme nedeni de budur. İstanbul Üniversitesi geçmiş dönemin saltanat yanlısı enteller ve çocuklarının tekelinde olduğu için, Ankara Üniversitesi kurularak "Türk" adını verdikleri Anadolu çocuklarının öğretim görmesi sağlanmıştır.

Onların “Egemenliğin Millete ait olduğu” nu savunacaklarına inanılmıştır.

Ancak Onlar bunu başarabildiler mi?..

._________________________

(*) Biti kanlanmak: 93 Rusya harbinde Osmanlı yenilmiş, anlaşmaya göre 40 bin Kafkas Müslümanı göndermek yerine Ruslar bir milyondan fazla insanı göçe zorlamış. Anadolu’da yoksulluk ve yokluk arttığı için insanların kanını ememeyen bitler kırıldığında (iki başparmak tırnağı arasında ezildiğinde) kan çıkmamış. İnsanlar durumu toparlayıp başına gereksiz dertler açtığını ifade etmek için bu deyim kullanılmıştır.

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.