Benim çocukluğumda yani 1957 yılından sonra köyün zenginleri oğullarını Erzurum'dan evlendirmek için çok uğraş verirlerdi. Büyük dayım da büyük oğlunu evlendirirken bizde kalmışlardı. Çok uğraş verip masraf yapmışlardı. Sonradan öğrendiğime göre diğer iki dayımda şehirli kızlarla evlendirilmişlerdi. Civar köylerde de aynı çabalar vardı. Azda olsa şehirli gelinlerin bazıları köy hayatına alışamadıkları için problem çıkarıyorlardı. Babalarının evine dönüp kocalarına da bir araya gelme şartı olarak şehre yerleşmesini istiyorlardı. Şehir merkezindeki varlıklı ailelerin çocukları ise subay kızları ile evlenmek için gayret ediyorlardı. Erzurum’un en zenginlerinden birinin oğlu böyle biri ile evlenmişti. Kayınpeder emekli olup İstanbul’a yerleşince hanımı da ziyarete gidip dönmemişti. Ayrılmışlardı. Adam İstanbul'da kızına bir daire alıp okutmuştu. Kız doktor olmuştu. Köye şehirden bir misafir geldi mi kadınlar bayramlık elbiselerini giyip ziyaretine giderlerdi. Bu talebin sebebi ne idi? Yaşamlarındaki bu değişiklik isteme sebebi ne idi?
Bir hemşerim oğluna şehirli bir kız alma gerekçesini; “gelen misafirlerinin daha iyi ağırlanması için yemek yapılması ile evinin daha temiz bugünkü deyişle hijyen bir düzenlemeye kavuşmasını sağlamak” olarak açıklamıştı. Bey ve ağa olarak bilinen köyün varlıklılarının bazıları, kasaba veya şehirlerde ev tutarak çocuklarını kışın okutuyorlardı. Böylece kente götürdükleri kadınların da çevreden bir takım şeyler öğrenmesini sağlıyorlardı. En azından yeni model baş bağlamayı ve ihram giymeyi öğreniyorlardı. Halk evleri ve dikiş nakış kurslarına gidebiliyorlardı. En azından o dönemde bölgedeki giyim kuşamı öğreniyorlardı.
Köyde kalanlara da devlet yaygın ve bulaşıcı olan hastalıklar ile cüzzam, frengi gibi zührevi hastalıklardan kurtarmaya ve önüne geçmeye verem savaş, sıtma savaş gibi kurumlar aracılığı ile çaba sarf ediyordu. Okul olan köylerde çocuklar en azından okuma yazma öğreniyorlardı. Öğretmenler belirledikleri zeki çocukların öğrenimine ağırlık vererek onların öğretmen okulu gibi yatılı okul kazanmalarını sağlıyorlardı. Bu öğretmenler kentlere tayin olduklarında aynı yöntemi uyguladıkları için eleştiriliyorlardı. Çünkü dersleri üç-beş öğrenci ile yapıyorlardı. Türkiye bu bakımdan kentlerde temel eğitimde sıkıntılar yaşıyordu.
Askere gitmek bir okula gitmek olarak kabul ediliyordu. "Gitmeden adam olunmaz" deniyordu. Orada en azından tuvalet kullanmayı öğreniyorlardı. Köylerde su ve kanalizasyon yoktu. Köy çeşmesinden akan suyun aktığı kanal üzerinde erkekler için bir veya iki tuvalet vardı. Bu su sulama için kullanılırdı. Çünkü akarsu pislik tutmazdı. Kadınlarda ihtiyaçları gidermek için ahırlardan yararlanırlardı. Jandarma olmak bir ayrıcalıktı. Onlar kırsal kesimdeki karakollara gönderildiklerin de çiğden yiyorlardı. Yani devlet karavana yemeği çıkarmıyor onlara maaş veriyordu. Onlar kendi aralarında topladıkları paralarla ve köylerden temin ettikleri yiyeceklerle besleniyorlardı. İyi derece de okur-yazar olanlar yazıcı oluyorlar ve o dönemin en önemli aleti olan daktilo yazmayı öğreniyorlardı. Babam er olduğu halde Ankara’nın Çayırhan Nahiyesi Karakol Komutanlığını yapmış. Maaşlarından artırdığı 50 lira gibi bir para ile 1949 yılında terhis olmuş. Onu Erzurum adliyesinde kâtip yapmışlardı. Devlet memuru olarak 35 yıl çalışıp emekli olmuş.
Şehirlerde sinemalar vardı. Haftada bir gün kadınlar matinesi... Ben 5 yaşında kardeşim kundakta iken anam "Avare" filmini seyretmeye giderken bizi de götürmüştü. Film üç saatten fazla sürüyordu. Kardeşim bebek olduğu için anamın kucağında uyurken ben de diğer hanımların çocukları ile yerde uyumuştum. Film bittiğinde kadınlar o kadar ağlamışlardı ki matem evinden çıkmış halleri vardı. Sinemalar aracılığı ile diğer toplumlardaki insanların yaşamlarından kesitler halinde bir şeyler öğrenip uyguluyorlardı. "Ağalık sistemi"ne karşı yapılan filmler toplumu etkiliyordu. "Köroğlu" yönetim sistemine karşı bir başkaldırma olarak gönüllerde taht kuruyordu. Yaşama da etki ediyordu. Evlerde el ile yemek yeme terk edilmiş, tahta kaşıklarla yemek yemeğe başlamıştık. Kasabaların bazılarında dükkânlar akşamları film oynatılır hale getirilmiş, böylece toplumun dış dünya ile görsel olarak iletişim kurmalarına katkıda bulunuluyor ve bu da eğlence ihtiyaçlarını kısmen karşılıyordu.
Kasaba esnafı şehirden, şehir tüccarı da İstanbul’dan mal almaya gittiğinde yenilikleri kısmen de olsa takip ediyor ve bunları müşterilerine yani yaşadıkları topluma aktarıyorlardı. Taşhan’da bulunan jeneratörler ile ana caddelerde bulunan evlere akşamları dört saat elektrik veriliyordu. 1958 yılında Tortum şelalesine kurulan elektrik üretim santrali ile şehrin tüm mahallelerine elektrik dağıtımı başlamıştı. Beyaz eşya tanıtımları ve köylerde temizlik malzemesi olarak kullanılan tandır külü ile şehirlerde kullanılan sabunun yerini deterjanlar toplum hayatında yer almaya başlamıştı.
Az da olsa aletler ve kullanım yöntemleri değişmeye başlamıştı. Köylerde çarık yerine lastik ayakkabılar giyilmeye başlamıştı. Demirel meydanlarda “Sizleri çarıktan kurtarıp, cızlavet lastik ayakkabı giymenizi sağladım” diye bağırır nutuk atardı. Maltızın yerini gazocağı, makat adı verilen sabit tahta divanların yerini misafir odalarında koltuklar almaya başlamıştı. Ilıca Şeker Fabrikası iki zamanlı FK adı verilen eski traktörleri, seçtikleri üreticilere taksitle 200 iiraya satmıştı. Eski oldukları için devamlı tamir ediliyorlardı. Buna bağlanan su motorları ile dere ve nehir kenarlarında sulu tarım başlamıştı. Patos bağlayarak rüzgârı beklemeden harmanı savurup saman ile buğdayı ayırabiliyorlardı.
Veliler çocuklarını okutup devlette bir işe girerek hayatlarını kurtarmaları için çaba sarf ediyorlardı. Dininden de geri kalmasın diye yaz tatillerinde camilerde açılan Kur’an okuma kurslarına gönderiyorlardı. Devlet de toplumdan beklentilerini radyo ve basın aracılığı ile aktarmaya çalışıyordu. Babam memur olduğu için günlük Hürriyet gazetesi okuyordu. Anam da Hayat mecmuasından İran Şahı’nın yaşantısını takip ediyordu. Kraliçe Süreyya’nın çocuğu olmamasına çok üzülüyordu. Bende Gazetedeki çizgi hikâyeleri “Fatoş ile Abdi, Güngörmüşler ve Ajan Kim” okuyordum.
1965 Yılında İspirde Avrupa’ya gidecek işçiler için açılan Almanca dil kursunu Jandarma Birlik Komutanı Binbaşı, Fransızca dil kursunu Kaymakam, İngilizce dil kursunu doktor veriyordu. Bu kurslar ücretsizdi. Bende mektupla dil öğretimi yapan FONO ile birlikte Orta 2'de iken Almanca kursuna katılıyordum. Tüm insanlar "ailelerinin geleceğini kurtarma" gayretinde idiler.
Tüm bu çabalar ve yapılanlar o dönemde yetersiz kalan yaşayış, anlayış ve davranışların kısmen değişimini sağlama ve yenileme çabası idi.
Bu değişimin adı nedir?
Tanımlara bakılırsa adı KÜLTÜR DEĞİŞİMİ..
(Devam Edecek)