Bayırdan aşağıya patika yoldan iniyorum. Yeşilliklerin arasında bir gelincik çiçeği var. Çiçeğe yaklaşıyorum, küçük ellerimle dokunuyorum. Dünyada hiçbir tezgâhın dokuyamayacağı, hiçbir elin öremeyeceği nadide bir kumaş parçası gibi incecik naif bir doku… Bu arada küçücük parmaklarıma gelincik çiçeğinin içindeki sürgünlerden polenler bulaşıyor. İnanılmaz… Bir çocuğun hiçbir okulda alamayacağı biyoloji dersinin girişi… Bir çiçeğin anatomisi… Gelincik çiçeğini kendi haline bırakıyorum, öyle naif bir çiçek ki bir çocuğun dokunuşundan korkup hayata küsebilecek kadar çekingen. Ben çocuğum, bana sorsanız; yaşasın gelincik çiçeği…
Gelincik çiçeğinin başından bir ok gibi fırlayarak dereye doğru freni kopmuş bisiklet gibi iniyorum. Aniden duruyorum. Sağımda, yeşilliklerin arasında bir Pamukçuk Çiçeği olduğunu gördüm. Gelincik Çiçeği gibi şanslı değil Pamukçuk Çiçeği… Hemen koparıyorum onu ve yüzümün önünde tutup çiçeğe doğru olanca gücümle nefesimi üflüyorum. Çiçeğin üstündeki bütün pamukçuklar uçuşuyorlar. Aman Allah’ım, büyüdüğüm zaman böyle görsel bir şovu dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir şekilde göremeyeceğim, yaşayamayacağım. Hiç farkında olmadan da her pamukçuğun altında gizli olan tohumları doğaya yaymış oluyorum. Pamukçuk çiçeğini öldürdüm ama ondan sonraki kuşağın yaşaması için gereken tohumlamaya da farkında olmadan katkı koymuş oldum. Yani rüzgârın yapacağını ben yaptım. Ne güzel; bir yandan da biyoloji dersimiz devam ediyor.
Attığım Pamukçuk Çiçeğinin sapı suya düştüğünde fark ettim ki; bendin önündeki havuza ulaşmışım. Enerji patlaması yaşıyorum, ekmek ve margarinle beslenen bir çocuk için çok iyi durumdayım. Tamamen doğal olarak oluşmuş havuzun ön kısmında dere kenarında büyüyen ağaçlardan kopmuş küçük dal parçaları birikmiş. Dikkatle inceliyorum her yeri, gözlerim fıldır fıldır dönüyor. Bu arada ufacık kalbimde zaman zaman ‘pıt pıt’ tedirginlik atışları hissediyorum. Koca derede yalnızım, koca dere sanırım elli dönüm bir yer ama benim için dünya bu kadar zaten, dolayısıyla kocaman işte… Havuzun kenarlarındaki dallara takılmış kurbağa yumurtalarını görüyorum. Bir bağırsak içinde onlarca kurbağa yumurtası ki o bağırsaklardan abartmıyorum ama yüzlerce var. Hepsi, yumurtalar geliştiğinde, ilk aşamada kuyruklu balığa benzeyen kara birer canlı halini alacaklar. Zamanla ayakları gelişecek, kuyrukları yok olacak ve genç kurbağalara dönüşecekler. Yetişkinler zaman zaman ortalara çıkıyorlar, tabii ki sessizlik ön koşulları. En ufak bir gürültü de hemen ortadan kayboluyorlar. Biyoloji dersi teneffüssüz sürüyor, çünkü çok keyifliyiz.
Hemen geriye dönüyorum, koşarak sol tarafımdaki söğüt ağacına doğru ilerliyorum. Dere benim yaşam alanım; vadi, vaha, göl, bahçe, çalılık, orman hepsi var içinde… Ormanda dikkatli ilerlenmesi gerektiğini uygulamalı olarak öğrenmişim bu yaşam alanında ben. Yürümeye başladığımda pür dikkat kesiliyorum. Etrafımdaki her sese kulak kabartıyorum, gözlerim her yeri inceliyor, yeşilin içinde yeşili, taşın içinde taşı, ağacın içinde ağacı fark edebiliyorum. Suyun içinde suyun bütün akışını, titreşimlerini görebiliyorum. Suyun titrediği yerde akıntı varsa akıntıyı, oradan bir su böceği havalandıysa su böceğini görebiliyorum. Su böceklerinin suyun üzerinde batmadan durabilmeleri çok ilginç geliyor bana. Anatomik yapıları muhteşem ki; hepsi, birer suda yürüyen bilge…
Pür dikkat ilerlerken çalıların arasından bir Gelinkadı’nın arka ayakları üzerinde dikilerek beni incelediğini fark ediyorum. Aman dikkat..! Gelinkadılar koruma içgüdüleri yüksek ve iyi avcı olan tehlikeli hayvanlardır aslında… Ben çocuğum, milyon yıllık yaşam tecrübeleri ile sanırım onlarda insan davranışları hakkında bir birikime sahiptirler. Dikkatimi çeken başka bir şeye gözüm gidip geri döndüğünde Gelinkadı’nın çoktan ortadan kaybolduğunu görüyorum.
Bir bülbül ötüyor, tepedeki çınarın oralarda bir yerde… Yakında bir gül bahçesi var sanki… Bülbül ‘çokçokçokçok’, ‘seviyomseviyomseviyom’ tarzı bir melodi ile hiç durmadan ötüyor. Söğüt ağacının dalları çok hafif bir şekilde kıpırdıyor. Hemen fark ediyorum ki; bir Sıçancık Kuşu, dallarda geziniyor. Nasıl minnacık bir kuş… Kırlangıçların zaman zaman ani dalışlar yaparak dere yatağından ağızlarına küçücük çamur parçaları alarak yükseldiklerini ve bu çamur parçaları ile yuvalarını yaptıklarını görüyorum.
Bir Sinekkapan Kuşu, Azize Teyzemlerin bahçenin kenarındaki kavak ağacının en tepesine kurulmuş, keskin gözleri ile gökyüzünde ölümünü arayan sinekleri gözetliyor. Görmesiyle birlikte fırlayıp, sineği kaptığı gibi aynı konduğu yere bütün asaletiyle kuruluyor. Her şey belki de otuz saniye sürüyor. Sağ tarafımdaki çalılık içinde bir Kırmızıgöğüs kuşunun daldan dala atlayarak çalılığı hareketlendirdiğini fark ettiğimde, çalılığın başındaki söğüt ağacında bir Baştankara kuşunun öttüğünü duyuyorum. Biraz ilerde Serçe kuşları derenin sığ olan bir bölümünde hem banyo yapıyorlar, hem de kendi aralarında şımarıyorlar. Keyiflerine diyecek yok… Bu arada hemen önümden bir erkek Çobanaldatan Kuşu geçiyor. Yirmi metre ilerde duruyor, hemen tekrar havalanıp, bu seferde yaklaşık kırk metre ilerimde duruyor. Burası aynı zamanda butik bir kuş cenneti…
Teyzemlerin bahçenin karşısındaki yamacın altlarındaki kocakarı yemişleri çekiyor dikkatimi. Hemen o tarafa doğru koşuyorum. Kırmızı kırmızı minnacık meyvelerden koparıyorum. Elimle silerek temizleyip ağzıma atıyorum. Minnacık meyve dedim ya, bir de ortasında çekirdekleri var. Ağzımın içinde dilimle gezdirerek kabuk ile çekirdek arısındaki bölümü sıyırttırıyorum. Çekirdekleri tükürüp, meyvenin minik etli kısmını afiyetle yiyorum. Bu kocakarı yemişinden yüz gram topladığımda, ancak yirmi gramını yemiş oluyorum herhalde… Pek bir tatlı geliyor ama bu iş tembel işi değil. Onun için hemen doyuyorum kocakarı yemişine. Hemen yanında kuş üzümü ağacı var, dikenli bir ağaçtır. Dikkatli bir şekilde bir kuş üzümü kopartıyorum, ellerimle silip, temizleyerek atıyorum ağzıma… Yüzüm buruşuyor mayhoş bir tadı var. Bir tane kuş üzümü ağzımdan giriyor burnumdan çıkıyor. Aslında hepsi şifa kaynakları, bir çocuk için öylesine tadılıp geçilecek doğanın güya değersiz meyveleri… Güya… Şimdi şifa niyetine kapış kapış gidiyor çarşıda pazarda… Yüzüm buruşuk bir vaziyette ayrılma hazırlığı yapıyorum o bölgeden.
O anda yamaçtaki Ponpon yuvalarını fark ediyorum. Eyvah..! Ah çocuk ah..! Kim bilir şimdi hangisinin huzurunu kaçıracaksın, bakalım. Ponpon yuvasının kapısındaki, sanırım bir nevi örümcek ağı örgüsü olan kapıyı, küçük parmaklarım ile kenarından tutup koparıyorum. Hemen oradan bir yerden kurumuş, çok az direnci olabilecek ince bir ot veya dal buluyorum. Ucunu tükürükleyip hayvancağızın yuvasına uzatıyorum. Sağa sola, öne arkaya bir iki hareketten sonra uzattığım çubuğa Ponponun dokunuşlarını hissedince çubuğu dışarıya çekiyorum… Hoooop… Ponpon çubuğun ucuna sarılmış çubukla beraber dışarıya çıkıyor. O bir örümcek cinsi… Çocuğum ve tabii ki aslında o dönemlerde örümceklerden korkuyorum ama dokunmadığım sürece problem yok. Çubukla beraber çalıların arasına atıyorum Ponponu ve oradan da uzaklaşıyorum.
Kabak Mehmet ‘in bahçeye doğru gitmek pek mantıklı gelmiyor. Adamın attığı taş ürküttüğü kurbağaya değmiyor ama hiç uğraşacak halim yok şimdi… Onun karşısında Mustafa Amcanın bahçeye doğru yürüyorum. Onun da yanından Tanker Hasan ‘ın bahçenin önüne geliyorum, hemen yanında içinde ikiz Çınarların bulunduğu Azize teyzemlerin bahçe, e bizim yani… Bahçe çitlerinin yıkılmış olduğu yerden, bahçeye giriyorum. Aşağıda en köşede bir ayva ağacı var, hemen yanında bir söğüt ağacı. Ama oraya doğru yöneldiğimde şeftali ağacı üzerinde pıtrak gibi şeftali olduğunu görüyorum. Tabii ki bir tane kopartıyorum, küçük ellerimin içinde hafifçe ovalayarak temizliyorum ve afiyetle yiyorum. Oh...! İşte dünyanın en güzel beslenme modeli…
Yamaçtaki erik ağaçlarına gidiyor gözlerim, üzerlerinde erik kalmış mı? Bakıyorum, biraz sağımda bir ceviz ağacı hemen yukarıda yine bir ayva ağacı var. Ayva ağacının üstünde en solda incir ağacı, onun sağına doğru bir vişne ağacı, onun da üst sağına doğru dut ağaçları var. Burası iki yüz metre kare içine sığdırılmış neredeyse Bursa Sebze ve Meyve Hali gibi… ‘Topraktan bereket fışkırıyor’ diye bir ifade kullanırlar eskiler, işte burada fışkırıyor o bereket…
Bereket; böyle fantastik bir ortamda geçti çocukluğum, anlatacak o kadar çok şeyim var ki çocukluğumla ilgili… Vakti zamanı geldikçe paylaşacağız böyle işte…
Ben çocukluğumda en çok paylaşmayı öğrendim… Çulsuz yaşıyorsunuz ama mutlu yaşıyorsunuz.
En azından anlatacak masal gibi fantastik bir hayatınız oluyor. Keşke zengin, fakir, siyah, beyaz, dünyadaki bütün çocuklar bu fantastik hayatı yaşayabilseler. Çünkü o zaman, doğal olmayı çok iyi öğrenirler diye düşünüyorum… Kendimi çok doğal buluyorum. Nadiren sistemin içinde doğallıktan kopuşlar yaşıyorum…
Öyle bir şey olunca da dönüp çocukluğuma sığınıyorum.
Çünkü biliyorum ki; içimdeki çocuğun büyüdüğü fantastik hayatın içine, birer masal kahramanı olarak, ikimiz de rahatlıkla sığabiliyoruz…
Ve biz orada çok mutluyuz…
Benzeşen cocuklugumu hatırlatan güzel anlatımınız için teşekkür ederim.