Çok mutlu uyanmıştım, günlerden Cumartesi idi. ‘Oh ne güzel okul yok’ diye geçirdim içimden. Odamızdan çıktım, elimi yüzümü yıkadım. Annemle babamın odalarının kapısı açıktı, babamın meşhur masasında kahvaltılıklar seriliydi. Annem çaydanlıkla uğraşıyor, babam masasının başında her zamanki edasıyla oturuyordu. Suya sabuna bulaşmadan odaya girdim. Çocukluğumuzda annemize babamıza ‘günaydın’ deme cesaretimiz bile olmadı diye hatırlıyorum. Sanki biraz olgunlaştıktan sonra başladık; günaydınlara, hal hatır sormalara…

Işıl ışıl yanan gözlerimle annemle babamın gözlerine baktığımda; sanırım onlar bu bakışlardan, dünyanın en güzel günaydınlarını alıyorlardı. Bu bakışlar ki; onlar için en güzel hal hatır sormalardı. Zaten bütün hayatlarını bize adamışlardı, o yüzden bizim iyi olduğumuzu gösteren parlak bakışlar, yüzümüzdeki gülüşler onların da iyi olduklarının bir nevi kanıtıydı.

Dünya nimetlerinden çok az şey almış olmalarına rağmen o aldıklarının bile neredeyse tamamını çocuklarıyla paylaşan, çocukları için yaşayan bir anne ve babanın altında yaşadığı çatı, farkında olmasa da bence dünyanın en kutsal mabedinin üstünü örtüyordur…

Sofraya oturdum. Ekmeğe uzandım, tuttum; oh harika, sıcacık, tazecik. Ah anam ah… Üşenmedi hiçbir zaman, belki de üşendi ama hiç aç, açık, kirli, boynu bükük ve hatta kahvaltıda fırından yeni çıkmış ekmeksiz bile bırakmadı bizi… Babam da taşımaktan yılmadı, çalışmaktan bıkmadı. Yokluk içinde, neredeyse asilzadeler gibi yetiştirdiler bizleri. Hiçbir beklentileri olmadan…

Hiçbir beklentileri olmasa da yine de hak etmişlikleri neticesinde belki fedakârlıklarının karşılığını da alamadılar. Ama hayat da böyledir işte…

Çocukluğum margarin tüketmekle geçti benim. Herkes gibi benim de doğuştan bir farklılığım vardı mutlaka; hemen hemen hiçbir yemeği yemez, margarin koltuk altımda gezerdim. Tabi büyüklerim haklı olarak yememi istemiyorlar, sağlıklı besleneyim diye ama nerede, beni ikna edebilmek mümkün mü? Sabah, öğlen, akşam; margarine devam ediyorum. Mereti de bulmak öyle bir zor, sormayın. Ayın belli günlerinde bakkala geliyor, bakkal tezgâh altından satıyor margarini…

Neyse; taze, üstüne üstlük bir de sıcak ekmek dilimine sür, üzerine salça, tuz biberi de ek, eh artık, değme benim keyfime… Bir, iki, üç, beş; maşallah, ekmek yetiştirebilene aşk olsun. Beş tane çocuk, öğütme makinesi gibi önlerine ne koysan götürüyorlar. Yani ben kısmen istisnayım… Çünkü sadece margarin, salça, ekmek tüketiyorum.

Amma velâkin; çocuklar, siz siz olun, lütfen margarin tüketmeyin. Neden mi?

Büyüdükten sonra öğrendik margarinin içinde plastik hammaddesi varmış ki; düşünsenize, ben çocukluğum boyunca plastik yemişim.

Karnımı doyurdum; ışık hızı ile ellerimi, ağzımı yıkadım. O zaman belki imkânsızlık vardı diş fırçalama alışkanlığı kazanamadık. Aman çocuklar, lütfen dişlerinizi fırçalayın.

Üzerimi giyinmiştim zaten… Ayakkabılarımı giymemle kendimi derede bulmam arasında sanırım toplamda bir dakika falan fark vardı. Annem arkamdan sadece ‘İsmail’ diye bağırabilmişti. Kim bilir, arkadan makineli tüfek gibi neler saydıracaktı; koşma, terleme, uzaklara gitme… Yaşama desene bana, anne…

Biliyorum; iyiliğimi istiyor ama ben de çocuğum ya… Tabii ki koşacağım, terleyeceğim, uzaklara gideceğim. Yani bana göre uzaklara… Şimdi uzak diye gittiğim yerlere bakıyorum; bizim uzak dediğimiz mesafe, abartmıyorum, yüz-yüz elli metre. Çocuklukta bütün ölçüler çocukçaymış, ne güzel değil mi?

Farkına vardıktan sonra her dinlediğimde gülümsüyorum artık, ‘bizim çocukluğumuzda belimize kadar kar yağardı’ gibi konuşuluyor ya… Ya senin belin yarım metre zaten, e daha ne? Şimdi de yarım metre kar yağıyor zaten. Buradan şu çıkıyor herkesin çocukluğunda beline kadar kar yağıyor, yani yarım metre… Buna gülünür gerçekten…

Derenin yamacındayım şimdi… Önümde mahallenin çöplüğü var. Çöplük işte; gözün gitmeye görsün, ne ararsan, o var yani…

Daha aşağıya doğru bakıyorum; gözünün alabildiğine bir yeşillik, koca koca ağaçlar, küçücük vadiyi ortadan bölen Karınca Dere…

Yukarılara doğru birkaç yerde; Çınar, söğüt, kokan ve tanımlayamadığım orman ağaçları…

Yine yukarıdaki bentten, karınca derenin kendiliğinden oluşturduğu küçük havuza dökülüşünü, sanki ağır çekimde izliyormuşum gibi bir hisle seyrediyorum.

Tam karşımda dere yatağındaki ikiz söğütleri gördüğümde; onları Leyla ile Mecnun, Yusuf ile Züleyha, Ferhat ile Şirin eşleştirmelerindeki âşıklar gibi düşlüyorum. Ki; o kadar yakın olup kavuşamamak üzerine kurulu bir hayatta, sadece dallarının birbirlerine kavuşmasına razı olan sembolik âşıklardır onlar…

Bayırdan aşağıya doğru yöneldiğimde; bir uğur böceği gelip göğsüme konuyor. Onu incitmeden başparmağım ve işaret parmağım ile tutarak, sağ elime alıyorum ve sol işaret parmağımın uç kısmına bırakıyorum. Başlıyorum; ‘uç uç böceğim, yarın düğün olacak, annem sana terlik pabuç alacak’ tekerlemesini söylemeye… Uğur böceği kanatlarının üzerindeki o fevkalade desenli zırhları açıyor ve telaşla kanat çırparak uçup gidiyor. Arkasından hayranlıkla bakıp kalıyorum.

Keşke ben de onun gibi uçabilseydim..

Bir çocuk için burası, gerçekten fantastik bir dünya…

(Devam edecek)

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.