Duvardaki Siyah Beyaz Fotoğraf
Hemen her evin duvarına asılan ya da pencerenin bir köşesine iliştirilmiş genellikle bir ucu kırılmış, siyah beyaz belli belirsiz fotoğraftır geçmişimize uzanan.
Geçtiğimiz günlerde “Adil Düzen” çalışmalarının mimarlarından olan Doç. Dr. Süleyman Akdemir’in bürosunun duvarında gözüm çerçevelenmiş siyah beyaz fotoğrafa takıldı. Duvara asılı fotoğraftaki genç, başında Osmanlı fesi, kıyafeti oldukça şık ve ayrıca şık bir iskemlede oturur vaziyette çekilmiş ve fotoğraf tarihe bırakılmıştı. Fotoğraf Osmanlı’nın son dönemlerine ait hissi veriyordu. Akdemir fotoğrafa dikkatlice baktığımı görünce fotoğraftaki zatı tanıttı. "Fotoğraftaki genç; merhum eşimin babası, fotoğraftaki gencin babası da Sultan Abdülhamid’in yaverlerindenmiş."
Fotoğrafta genç şık ve oldukça kendinden emin ayak ayak üstüne atmış gençliğin verdiği özgüven gözüküyor. Fotoğraf muhtemelen bir asır önce çekilmişti. Ortada ne genç ne ihtiyar kimse kalmamış, kalan sadece siyah beyaz bir fotoğraf geçmişe uzanan!
Fotoğraflara bakar geçeriz!
Günün birinde bu kaderi bizim de yaşayacağımız aklımızın ucundan geçmez!
Sanki ölümsüzleri oynarız!
Bir köy evinin duvarlarından birisinde de, fotoğraftakileri evin doksanlı yaşlara merdiven dayamış ninesi tanıtmıştı ve; “Aha şu var ya; benim dedem, yanındaki emmimin oğlunun gençliği, onun yanındaki garısı, onun ardındaki anamın çocukluğu göçüp gittiler Allah rahmet etsin.”
O tarihlerde fotoğraf çekinmek pek kimseye de nasip olmaz, olsa da nadirattandır.
Koca koca ömürler bir siyah beyaz fotoğraftan ibaret kalmışlardı.
Fotoğrarların dili olsa da konuşsalar!
Hiç düşündük mü? Bizler de belki bu günler de duvarları değil ama çocuklarımızın dijital albümlerinde sanal fotoğraftan ibaret kalacağız!
Mesela; Uğruna ne fedakarlıklar yapılan makamlar, ne sıkıntı ve mücadelelerle elde edilen mallar bir gün hiç tanımadığımız birilerinin olacak!
Mesela eşyalar eskiyecek, bir yerlere atılacak!
Eskiden evlerin en mütena yeri misafir odası olarak ayrılır, genellikle o tarihlerde misafirlik yapmak, insanların birbirlerine gidip gelmeleri olmasına rağmen bir yıl içinde belki on belki yirmi defa misafire açılan odalardaki koltuklar üzerleri tozlanmasın diye örtülür itina ile korunmaya çalışılırdı. İnsan eşyaya hizmet ederdi, etmeye devam ediyor!
İşte o ihtimam gösterilen eşyalar, sahipleri ölünce atılmaya yer aranır olmuşlardır!
Evlad’ü iyal için mal mülk telaşı!
Yıllar önce Şişli Etfal hastanesine Prof. Dr. Turhan Çaşkurlu dostumu ziyarete gittim. Kendisi ameliyatta olduğu için bekleme salonunda beklemem söylendi. Bekleme salonu dolu ve oturacak yer kalmadığı için pencereye doğru yürüdüm oradan Şişli'yi temaşa edecektim. Fakat bir ara bu kalabalık niye toplanmış anlamak için gayrı ihtiyari olarak kalabalığa gözüm ilişti. Altmış yaşlarında bir zat vücudundan hortum asılı olarak oturmuş etrafındakiler de belli ki o hastanın yakınlarıydı. Hasta olan zat benim anlık bakmamı fırsat bilip bana hitap ederek “kızım sana diyorum gelinim sen işit” kabilinden bana hitaben;” beyefendi hiç kimse için, hiç bir şey için ömür vermeye değmezmiş anladım ama iş işten geçti”
Bu konuşmayı yapan hasta ertesi gün girdiği ameliyatta hayatını kaybetmiş.
Verilen dünya mühleti bitmiş yol tükenmiş, dizlerde derman, gözlerde fer kalmamış ömür sayacının tik takları insan beyninde her salise duyulur olmuştur artık.
Ama ne var ki ders almak, ibret almak sadece ömrünün son demlerini yaşayanlarla sınırlı kalıyor! Bu durum da son pişmanlıktan ibaret oluyor.
Bir gün bir arkadaşla İstanbul’un çevre ilçelerinden birisine gidiyorduk. Arkadaş boş bir arazinin ortasında bir ulu ağaç gösterdi ve bana dönerek “abi gördüğün ağacın etrafı bize ait burası 275 dönüm.” Arkadaş da bunu söylerken biraz böbürlenme hissettim. "Kimden aldınız?" diye sordum. "Bir hacı abiden aldık." dedi yani köylüden almışlar! "Peki, hacı abi kimden almış!?" Arkadaş yüzüme baktı ve “abi nerden bileyim kimden almış, belki babasından miras kalmıştır!” dedi. "Hacı abi de birisinden almıştır ya da babasından, babasına da babasından miras kalmış da olabilir elbet" dedim ve devam ettim "sizden sonra kimin olacak kim bilir!?" dediğimde arkadaşım biraz düşündü. Ve devam ettim; “mal da yalan mülk de yalan var biraz da sen oyalan” bakalım arkadaşımdan sonra tarlanın sahibi kim olacak?
İşte böyle, insan taşı toprağı kendinin sanıyor oysa o kadar kısa ömür döneminde taşın da toprağın da nöbetini ve kibrini taşıyor ki sorma gitsin. Pişmanlıkların da bir anlamı kalmıyor!
Dünya konforu için ömrümüzü feda ediyoruz, hiç olmazsa ruhumuzu vermeyelim! Ruhumuzu verdiğimizde hiç bir şeyimiz kalmaz!
Ömür kısa ömür!
Bu dünyayı terk etmemizden yüz yıl sonra belki bizleri kimse hatırlamayacak!
Belki daha dünyayı terkimizin üzerinden belki birkaç hafta belki birkaç ay veya yıl sonra kimse sizden bahsetmeyecek. Torunlarınız için isimden ibaret olacaksınız, olacağız!
Dedemin adı şu imiş!
Dedemin babasınınki de şu!
Demekten ibaret bir anma olacak!
Düşünebiliyor musunuz kendinizin sandığınız evinizin belki arabanızın başkalarının olacağını! Belki hatununuzun bir başkası ile hayat kuracağını!? (şimdilerde pek mümkün olmuyor. Devlet eşi ölenlere maaş bağlıyor bu da dul kadınların evlenmesinin önünde bir engel olarak düşünülüyor)
Buna dair hikayeyi kamuoyunun kendisini tanıdığım, güneydoğulu bir dostum anlatmıştı.
“Dayım bizim yörenin zenginlerindendir. Bana gel yeğen seninle gezelim dedi ve şehrin ortasında otel inşaatının önünde durdu ve böbürlenerek yeğen burası da benim dedi. Ben de kendisine hayırlı olsun dedikten sonra 'dayı biraz hayır hasenat yapsan mesela öğrenci okutsan garip gurabaya sahip çıksan' dedim. Dayım cevap vermediği gibi konuşmama da bozuldu. Dayımla bu karşılaşmamızdan yaklaşık bir yıl sonra dayım vefat etti, genç bir hanımla evlenmişti. Şimdi dayımın bütün mülkleri o genç hanımın oldu ve o hanım da başka birisi ile evlendi” hayat hikayesi bu!
Merhum zat yattığı yerde mezarında kendisinden sonraki gelişmeleri önceden bilseydi nasıl yaşardı veya yattığı yerden olup bitenleri görüyorsa neler hissediyordur!
Soruları çoğaltmak mümkün.
Bu kadar hüzünlü konuya bir Temel fıkrası ile tebessüm iyi olur sanırım!
Temel fıkrasını bilmeyenimiz çok azdır! Temel, ölümcül bir hastalığa yakalanmıştır ve yaşam umudunu kaybetmiş, ölümü beklemektedir. Köyün camisinin kürsüsüne vaaz edeceğim diye çıkar ve cemaate seslenir; "ey cemaat üzüntüm çok fazladur bizim Fadime eidis (aids) oldi” .. Temelin maksadı, kendisi ölünce kimse Fadime ile evlenmeye kalkmasın!
Her şey fani, dünya ve içindekiler!
Öyle olacağı idraki ile yaşasa insanoğlu bu kadar hırsla bu kadar doyumsuzlukla hareket eder miydi acaba?
Sanırım ederdi!
İnsanın gözünü ancak toprak doyuruyor da ondan!!!
Unutulup gidecek insan!
Hayat sanılandan da çok kısa!
Yaşı kemale ermiş kime sorsanız ah evlat; “dün geldik bu gün gidiyoruz!” hayıflanma cümlesini işitiriz.
Hayatın bu kadar kısa olduğunu bilseydiniz, dünyeviliği bu kadar uzatır mıydınız!?
Hayatı ve yaşadığımız günü, içinde bulunduğumuz her nimeti maddi manevi olarak sağlığımız, eşimiz, çocuklarımız, akrabalarımız, arkadaşlarımız, dostlarımızın kıymetini bilerek hayatı ve sahip olduklarımızı küçümsemeden keyfine tadına vararak yaşamalı insan! Yaşamalı ki yanındakiler de kendisi ile olmaktan keyif alsın, onun yokluğunda onu arasın özlesin!
Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya/insanlığa hizmet etmeli, yarın ölecek gibi ahirete/hesap gününe hazır olmalı insan!
Yarın öleceğini bilse ağaç dikmeli insan. İnsan için, dünya yaşasın diye!
Unutulmayanlar da olacak elbette;
Onlar bilim insanları, ilim insanları, adil yöneticiler yani örnek olanlar insanlığa hizmet bırakanlar olacak!
Hayırla yadedilen, özlenen, arananlardan ve hoş bir sada bırakanlardan olmak dileğimle..
Vesselam...