Dünya çevre günü ve haftasını (5-9 Haziran) büyük bir üzüntü, utanç ve hüzün içinde kutluyoruz. Aslında buna kutlama değil, günah çıkarma demek daha doğru olur. Öyle ya, güzelim dünyamızın mahvetmedik yerini bırakmadık.
Hava, su ve toprağı kirlettik. Tarihi ve doğal değerlere büyük zararlar verdik. Çöplerle, atıklarla, erozyon ve orman yangınlarıyla, plansız sanayileşme ve sağlıksız kentleşmelerle, nükleer denemeler, savaşlar, tarım ilaçları, yapay gübrelerle, petrol-doğalgaz aramalarıyla ve vahşi madencilikle perişan ettik dünyayı.
Daha iyi yaşayalım, daha konforlu ve rahat bir hayatımız olsun diye, 8 milyar insanın yaşadığı gezegene yapmadığımız kötülüğü ve tahribatı bırakmadık. Yaptık da mutlu mu oldu milyarlarca insan, yoksa bir milyardan da az insana mı yaradı yapılanlar?
Biz doğaya bunca zararı verdik de, doğa intikamını almıyor mu bizden? Onca deprem, yangın, sel felaketi, fırtına, kasırga, hortum, kıtlık ve su kaynaklarındaki tükenişlerin sebebi ne ola ki?.. Durun daha bitmedi, Allah’ın bize verdiği nimetleri böyle hoyratça heder etmenin daha büyük cezaları da kesilecek insanlığa. Bakın iklim değişikliklerine, hastalıklardaki artışa, virüslerdeki çoğalışa, ilaçların esiri haline gelişimize… Dünyada çok insan içecek su, yiyecek ekmek kırıntısı bile bulamıyor. Çoğumuz oksijeni azalmış kirli havayı soluyarak yaşamaya çalışıyoruz. Hafızamızın bir yerine kaydedelim ve unutmayalım bunları…
Dünyanın sağlığını, enerjisini, kaynaklarını bozarsanız, dünya sizi rahat bırakır mı? Doğa tahribatı konusunda şampiyon bir ülkeyiz. Son 20 yılda ulaştığımız tahribat hızına, en geri kalmış ülkeler bile yetişemiyor. Oysa dünyanın en güzel ülkelerinden biri değil miydik? Ne oldu da birden zarara uğrattık doğal zenginliğimizi, nasıl oldu da peş peşe kıydık değerlerimize? En değerli, en güzel ormanlarımızı kestik, yaktık.. Denizlerimizi, göllerimizi, nehirlerimizi, çaylarımızı kirlettik. HES dedik kuruttuk akarsularımızı. Çağdışı termik santrallerimize kömür yetiştireceğiz diye, mahvettik ormanlık alanlarımızı, verimli tarım arazilerimizi. Üzerine titrememiz gereken kutsal zeytin ağaçlarımızı bile vahşice, geçici rantlar uğruna kestik. Kestik ne demek, katliam yaptık ve halen de yapmaya devam ediyoruz.
Muhteşem ormanlarımızı, önümüze gelene dağıttığımız maden ruhsatlarıyla delik deşik ettik. Güzelim Kaz Dağları’nı görseniz ağlarsınız. Yerli yabancı pek çok firma, sadece orada değil Karadeniz’de bile siyanürle altın arıyor. Altın arayışına izin vermeyen akıllı ülkeler, trafiği Türkiye’ye ittiler. Vah garibim Türkiye’m, hem toprağı, hem suyu zehirleniyor, oralardan sürülen insanları ağlaşıyor ama duyan kim? Muğla’nın Akbelen faciasına ne demeli? Milas’ın tarihi İasos’u ile balıkçı beldesi Güllük’ün şehir merkezine marina izni nasıl verilir? 1400 kilometre sahil şeridine sahip Muğla’nın muhteşem koyları ile Gökova nasıl korumasız bırakılır? Akıl alacak gibi değil…
Neyse bundan sonrasına bakmalı ve hiç değilse elde kalanları akıllıca korumalıyız.
Aslında Türkiye’nin 2469 doğal siti ile 18 özel koruma bölgesi var. Bunların iyi kullanılıp akıllıca korunması için, önce bilgili, ehliyetli ve liyakatli kadroların görevlendirilmesi, sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği yapılması ve çevre konusunun 7 kocalı Hürmüz durumundan kurtarılması şart.
Çevrenin bugünkü acıklı halinin ve sahipsizliğinin sebebi, karışanının çok olması yüzündendir. Patron Çevre Bakanlığı mı, Turizm Bakanlığı mı, belediyeler mi, Tabiat Varlıklarını Koruma Kurumu mu, Orman Bakanlığı mı hangisi acaba? Hepsi olunca, işte çevredeki kargaşanın nedeni de bu oluyor.
Geçmişte Özel Çevre Koruma Kurumu çok iyi ve tecrübeli personeli yetiştirip görev vermişti. Kurum kapanınca, hepsi sağa sola savruldular. Bunları bulup tekrar görevlendirmeli ve ülke değerleri ile güzelliklerimizin koruma altındaki yüzde 9,6 rakamını, en az yüzde 18’e çıkarmalıyız. Doğal, tarihi ve kültürel alanlarımıza gözümüz gibi bakmalı ve buraları rant malzemesi olarak gören yönetim ve kafalardan mutlaka korumalıyız.