Yıllar yıllar önce genç bir subayın etrafında birleşmiş, ülke sevdalısı gençler, eğlence olsun diye tabutlara konmuş, tırnakları sökülmüştü. Olsun! Devlet baba ne derse o!..

Kaldıkları yerden devam etmiş ve eğri giden birşeyleri düzeltmek amacıyla yapılan ihtilale de “Evet” demişler hatta ülkenin başbakanının, özel hayatı ve bazısı uydurma yolsuzluklarla yargılanıp idam edilişine bile ses çıkarmamışlardı. Devlet baba ne derse o!..

Ülkeyi onlardan başkasının sevdiğine asla inanmadılar, diğer yurtseverlerin mücadelesini devlete isyan diye algılayarak sokakları kovboy filmlerine çevirdiler. Oysa ABD gemilerine bile kafa tutacak kadar inanmışlardı düşman bildikleri. Kulaklarına fısıldanan sözler, ellerine verilen silahlar ve 'arkanızdayız' aldatmacasının onları mankurtlaştırdığının farkında bile değillerdi. Devlet baba ne derse o!..

Cezaevleri doldu. Aynı koğuşu paylaşan düşman kardeşler gördüler ki ezilen, dövülen, yok sayılan kendileriyken önderlerinin gençleri çoktan cennet ülkelere uçurulmuştu. Birbirlerine kinle bakarken yaralarını sarmak ve kendilerini sorgulamak fırsatı bulmuşlardı. Yine de devletin kestiği el acımazdı. Vardı elbet bir bildiği. Devlet baba ne derse o!..

Zaman geçmiş, unutulmuşlar, yavaş yavaş gökyüzüne ve özgürlüklerine kavuşmaya başlamışlardı. Yaraları iyileşmişti ama bu kez de hayal kırıklığının açtığı yaraları kanamaktaydı. Devlet baba yine büyüklüğünü gösterip affetmişti onları. Varolsun. Şimdi görev yine onlara düşecek ülkeyi perişan halinden düze çıkaracak, çalışacaklardı. Devlet babaya küsmek olmazdı..

Var güçleriyle Kürşad’ın narasıyla Tanrı dağından inmiş gibi enerjik ve hazırdılar. Verilen görevleri sorgusuz sualsiz yerine getirceklerdi. Ülkenin onlara her zamankinden çok ihtiyacı vardı. Liderleri değişmiş, gençlik yıllarının söylemleri yine havada uçuşur olmuştu. Koca koca babalar ve anneler bir araya geldiklerinde ellerini kurtlaştırıp, marşlarını çoşku ile okuyup, çocuklarına örnek oluyorlardı. Devletin ve ırmağının akışına kurban ülkenin asıl sahipleriydiler. Çok şükür iktidara taşımıştı onları yeni liderleri.

Zaman acımazsızdır bir de baktılar ki ne devlet onların ne de “Öl de ölelim!” diye sadece slogan değil samimi hisleriyle haykırdıkları liderleri bile onların değildi. Bakanların yolsuzlukları ayyuka çıkmış, milletvekilleri sevgililerine jipler hediye edecek kadar zenginleşmişti. Saf vatanseverler, "Devletin malı deniz, yemeyen domuz” gibi sözlerin rakı sofrasının gırgırı sanmaya devam etmişlerdi. Onlar devlet babaya hizmet ediyor, ülkeyi yüceltmek için ter döküyorlardı, o kadar ayrıcalıkları olacaktı elbet.

Bir zamanlar can düşmanları olanlarla iş ortaklığı, aş ortaklığı yapıyorlardı. Köprülerin altından çok sular akmış, dünün sosyalistleri onlardan daha çok kapitalist olmuştu. Hatta bir zamanlar ABD karşıtlığını slogan yaptıklarını unutup, çocuklarını oraya göndermenin yarışına girmişlerdi.

Kendi muratlarının öylesine derdine düştüler ki canlarına kıyılan gerçek vatanseverleri anma günleri hariç unuttular. Ama geriden, yediği ayazı unutmayan kin dolu bir kar topunun yuvarlanarak gelmekte olduğunu farketmediler bile. Öylesine sağlam, hazırlıklı ve donanımlı geliyorlardı ki dünün vatanseverlerinin üzerinden çığ gibi geçtiler. İlk sersemlikleri geçince anladılar ki, ellerine verilen, kulaklarına fısıldanan hep tiyatro hep oyalama taktiğinden ibaretmiş.

Mücadele bırakılır mı, yakışır mı? Devam ettiler tüm güçleriyle yine yeniden dediler ama nafile. Ülkede adam yokmuş gibi en cılız en vasıfsız liderlere mahkum edilerek, tek adam rejimini ayakta tutmaya hizmet ettiler, farkında ama çaresizdiler.

Derken eskilerin figürü yeni bir söylemle merkeze oturdu. ”Topuklu efe”. Alman sosyalisti tarzı giyimi, çocukça zincirleme eylemleri, “Babanı da al git!” söylemleri, tavırları şımarıkça ve siyasetin doğasına aykırı da olsa denize düşen yılana sarılırdı. Olsun o devlet babaya hizmet etmiş eski bir bakandı. O kadar kusur kadı kızında da olurdu. Bir gün çıkıp en güçlü sesiyle “Dönersem namussuz, şerefsizmim…..” dedi mi dedi. Türk kadınını yücelten adamın yakasına taktığı rozetinden bile utanmayıp, kapısından girmeyeceğine yeminler ettiği Erdoğan’a özel yapılmış saçlarıyla gitmedi mi? Olsun devlet alidir. Çağırırsa gidilir. Hatta o en ağır sözler bile unutulur.

Bizim garip vatanaseverlerin belki deyip el uzattıkları herkes bir şekilde gönüllü, zorla ya da mecbur edilip taraf değiştirdi. Devlet babanın derinlerinde neler döndüğünü yine en iyi “DEVLET” baba bilirdi. Söylemleri ve eylemleri ile o da mutasyona uğramıştı sanki. Başladıkları ve geldikleri noktalar maddi manevi inanılmazdı. Ülke ve devlet tarihinin en zor dönemlerini geçirirken, uyduruk meselelerle gündem değişiyor, zavallı millet, karnını doyurmanın derdinde çaresiz izliyordu.

Tarih yazmıştı, yazmaya da devam edecekti. Ülkenin aydınları hala biraraya gelebilmiş değillerdi. Egoları ve itibarları herşeyin önünde söylemlere takılıp kalmışlardı.

Durum buydu ve ben hala umutsuzca bir yerlerden doğacak bir güneşi bekliyordum.

Görünenlerden umudum yoktu. Beni ilgilendirmiyordu kim kaça satılmış? Ben her karış toprağına, her zulmetine aşık olduğum ülkem için gözyaşlarıma ve dualarıma devam edecektim. Ve kalbimin tüm inancıyla Tanrının bu ülkeyi sevdiğini biliyordum. Öyle olmasa en zor zamanda bize Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarını gönderir miydi? Sadece onlardaki "devrim" azmini görmek yeterliydi gelecek mücadelemiz için. Korkusuzca ve insanca…

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.