Birkaç ay önce bir arkadaşımın gönderisinde, Atatürk’ün 1923’de Balıkesir Zağanos Paşa Camisi’nde 7 Şubat 1923’de okunan bir mevlitten sonra irat ettiği hutbesini okudum ve derin bir ilahiyat bilgisi ile karşılaştım. Atatürk’ün dini konularda derinlemesine ve ezberlere dayanmayan köklü bilgi sahibi olduğunu anladım.
Cuma hutbelerinin Türkçe irat edilmesi konusunda bildiklerimin hepsini kütüphanemde yeni baştan gözden geçirdim. Başkaları da haberdar olsun diye söz konusu hutbeyi ben de paylaştım. Paylaşımımı okuyan emekli diplomatlarımızdan Vahit Özdemir beyefendi, babası Gazi Derviş Özdemir’in Atatürk’ün muhafız süvarilerinden biri olduğunu ifadeyle konuyla ilgili bildiklerini aktaran özel bir not gönderdi.
Atatürk’ün, cumhuriyetin ilanından 9 ay önce 29 Ocak 1923’de, İzmir’de Latife Hanım ile evlendiğini ve o sırada Balıkesir valisi olan, cephelerde omuz omuza birlikte mücadele verdiği silah arkadaşı Ali Hikmet Paşa tarafından balayı için Balıkesir’e davet edildiğini, söz konusu davet üzerine İzmir’den trenle 6 Şubat 1923’de Balıkesir’e teşrif ettiğini ve o sırada Kazım Karabekir Paşa’nın da onlarla birlikte olduğunu ve bu vesile ile söz konusu camiden bir hutbe irat ettiğini bildirdi.
Camilerde Cuma hutbelerinin Türkçe okunmasının önü, 1927 yılında Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi’nin imzasıyla yürürlüğe giren talimatla açılmıştır. Osmanlı döneminde Meşihat Dairesi izin vermemesine rağmen bazı imamlar hutbelerini Türkçe verirlerdi. Önce hutbeyi okuyalım:
“Ey Millet, Allah birdir.
Şanı büyüktür.
Allah’ın esenliği, sevgisi ve iyiliği üzerinize olsun.
Peygamberimiz efendimiz hazretleri, Cenabı Hak tarafından insanlara dini gerçekleri duyurmaya memur ve elçi seçilmiştir.
Temel kanunu, hepimizce bilinmektedir ki, yüce Kur’an’daki manası açık olan ayetlerdir.
İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir.
En mükemmel dindir.
Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor.
Eğer akla, mantığa ve gerçeğe uymamış olsaydı, bununla diğer ilahi tabiat kanunları arasında çelişki olması gerekirdi.
Çünkü tüm evren kanunlarını yapan Cenabı Hak’tır.
Arkadaşlar;
Cenabı Peygamber çalışmasında iki yere, iki eve sahip bulunuyordu.
Biri kendi evi, diğeri Allah’ın evi idi.
Millet işlerini Allah’ın evinde yapardı.
Hazreti Peygamber’in mübarek yolunda bulunduğumuz bu dakikada milletimize; milletimizin bugününe ve geleceğine ait hususları görüşmek maksadıyla bu kutsal yerde Allah’ın huzurunda bulunuyoruz.
Beni buna eriştiren Balıkesir’in dindar ve kahraman insanlarıdır.
Bundan dolayı çok memnunum.
Bu fırsat ile büyük bir sevab kazanacağımı ümit ediyorum.
Efendiler,
Camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır.
Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmasının gerekli olduğunu düşünmek, yani konuşup tartışmak, danışmak için yapılmıştır.
Millet işlerinde her kişinin zihninin ayrı ayrı faaliyette bulunması zorunludur.
İşte biz de burada din ve dünya için, geleceğimiz ve bağımsızlığımız için, özellikle egemenliğimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım.
Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum.
Hepinizin düşündüklerinizi anlamak istiyorum.
Milli amaçlar, milli irade yalnız bir kişinin düşünmesinden değil, milletin bütün kişilerinin arzularının, emellerinin sonuçlarından ibarettir. Bundan dolayı benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim.
Hutbeler hakkında sorulan sorudan anlıyorum ki, bugünkü hutbelerin şekli, milletimizin duygusal fikirleri ve lisanı ile medeni ihtiyaçlarıyla uygun görülmektedir.
Efendiler, hutbe demek topluma hitap etmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin manası budur.
Hutbe denildiği zaman bundan birtakım kavram ve manalar çıkarılmamalıdır.
Hutbeyi söyleyen hatiptir. Yani söz söyleyen demektir.
Biliyoruz ki, Hazreti Peygamber’in hayatta olduğu mutlu dönemlerde hutbeyi kendisi söylerdi.
Gerek Peygamber Efendimiz ve gerek, dört halifenin hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki, gerek Peygamberin, gerek dört halifenin söylediği şeyler o günün sorunlarıdır, o günün askeri, idari, mali ve siyasi, sosyal konularıdır.
İslam toplumunun çoğalması ve İslam ülkeleri genişlemeye başlayınca, Cenabı Peygamber’in ve dört halifenin hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin söylemelerine imkan kalmadığından halka söylemek istedikleri şeyleri bildirmeye birtakım kişileri memur etmişlerdir.
Bunlar herhalde en büyük ve ileri gelen kişiler idi. Onlar camilerde ve meydanlarda ortaya çıkar, halkı aydınlatmak ve doğru yolu göstermek için bir şart lazımdı. O [şart] da milletin lideri olan kişinin halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı aldatmaması! Halkı genel durumdan haberdar etmek son derece önemlidir.
Çünkü, her şey açık söylendiği zaman halkın beyni faaliyet halinde bulunacak iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir.
Ancak millete ait olan işleri milletten gizli yaptılar.
Hutbelerin halkın anlayamayacağı bir lisanda olması ve onların da bugünün gereklerine ve ihtiyaçlarımıza temas etmemesi, Halife ve Padişah sıfatını taşıyan despotların arkasından köle gibi gitmeye mecbur etmek içindi.
Hutbeden amaç halkın aydınlatılması ve ona yol gösterilmesidir,
başka şey değildir. Yüz, iki yüz, hatta bin yıl önceki hutbeleri okumak, insanları cahillik ve çağın gerisinde bırakmak demektir.
Hatiplerin normal olarak halkın günlük kullandığı dil ile konuşmaları gereklidir.
Geçen yıl Millet Meclisi’nde söylediğim bir nutukta demiştim ki 'Minberler halkın akılları, vicdanları için bir ilim irfan kaynağı, ışık kaynağı olmuştur.'
Böyle olabilmek için minberlerde söylenecek sözlerin bilinmesi ve anlaşılması, ilim ve fen gerçeklerine uygun olması lazımdır.
Hutbeyi verenlerin siyasi olayları, sosyal ve medeni olayları her gün izlemeleri zorunludur.
Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış aşılamalar yapılmış olur.
Bu nedenle, hutbeler tamamen Türkçe ve günün gereklerine uygun olmalıdır. Ve olacaktır."
Söz konusu hutbenin Türkçe olarak verilmiş olması dolayısıyla, daha önce bu konuya eğilmemiş olan okuyucularımızı bilgilendirmek faydalı olacaktır.
Hutbeler, İslam’ın ilk dönemlerinden 19. yüzyıl sonuna kadar Arapça okunmuştur. Türklerin, Farsların, Berberilerin, Hintlilerin henüz Müslüman olmadığı zamanlarda Arapça irat edilen hutbeler cemaatin söylenenleri anlamasına engel çıkarmıyordu. Ama başka kavimler Müslüman olunca, taklit yoluna satıldığı için Cuma hutbeleri kendisinden beklenen faydayı sağlayamaz oldu.
Cemaatin anlamadığı bir dilde 1500 yıl boyunca sorgulanmadan süren Arapça hutbe okunmasına ilk tepki, bizim öğrenebildiğimiz kadarıyla 1890 yılında İşkodra’da ortaya çıkmıştır. Orada görevli Hasan Efendi adında bir imam önce Arapça olarak verdiği hutbenin ardından Arnavutça açıklamasını yapmıştır. O tarihte 26 camisi olan şehirde görevli imamlardan 10’u Hasan Efendi gibi hutbe vermeye başlamıştır.
Bu olay kısa zamanda büyütülmüş ve Cuma namazında Arnavutça hutbe irat edilmesini destekleyenlerle karşı çıkanlar arasında silahlı çatışma çıkması ihtimali belirmiş ve İşkodra’ya olayları yatıştırmak üzere askeri birlik gönderilmiştir. Bu sırada Meşihat Dairesi de bir fetva ile Arnavutça hutbenin dine aykırı olduğunu ilan etti. Ama tartışmaları yatıştırmak pek mümkün olmadı.
Aynı tartışma Ortodoks Arnavutlar arasında da sürmekteydi. Onlar da kilisede vaazların Arnavutça verilmesini istiyorlardı. Ama Rum Ortodoks Kilisesi, imanı zayıflatır, zedeler vs diye isteği kabul etmiyordu.
Meşihat Dairesi’nin fetvası, tartışmayı sonlandırmadı, tersine konu giderek alevlenme sürecine girdi. Türkçe okunmasının taraftarları hutbeden maksadın cemaati aydınlatmak olduğunu, Arapça okunduğu için bu hizmetin yerine getirilemediğini ve bu yüzden cehaletten kurtulunamadığını söylüyorlardı. Bu haklı savunma sayesinde böyle düşünenlerin sayısı hızla artıyordu.
Aslında tek sorun Arapça bilinmemesi değildi. Olayın pek dile getirilmeyen çok önemli bir başka yönü daha vardır. İmamlar da genellikle Arapça bilmiyordu. Hutbe sırasında sözlerine kafiye katmaya çalışıyor, bundan dolayı kelimelerin söylenişi bozuluyor, ortaya Arapça anlamsız sözler de çıkıyordu. Arapçaya vakıf olan ilim sahipleri bunu görüyor ve etrafta imamların cahil kişiler olduğu şeklinde eleştiriyorlardı.
Konu Osmanlı dışında başka Müslüman topluluklarda da tartışılmaktaydı. Rusya Müslümanları Tatar Türkçesi ile hutbe okunmasını istiyordu. Hindistan Müslümanları o sıralarda Farsça verilen hutbe uygulamasını bırakmış, hutbeler Urduca irat edilmeye başlanmıştı. Osmanlı toplumunda da her ne kadar Meşihat izin vermese de bazı imamlar hutbelerini Türkçe veriyorlardı. İkinci Meşrutiyet döneminde konu üzerinde tartışmalar yoğunlaşsa da Meşihat fikrini değiştirmedi. Mesela Mustafa Sabri, Arapça hutbenin savunucusuydu. Eğer Türkçe okunursa, Çerkezler, Arnavutlar, Kürtler de kendi dillerinde hutbe isterler ve camilerini bile ayırırlar, diyordu.
Sonuçta, tartışmalar esaslı bir sonuca, kurala bağlanmadan cumhuriyet dönemine gelindi. Atatürk’ün Zağanos Paşa Camisi’nde irat ettiği bu hutbe, bu bakımdan tarihi önemdedir. Dikkat edilirse, hutbelerin Türkçe irat edileceği bilgisi de konuşmada ima edilmiştir. Ne var ki, bu hutbeden sonra da 4 yıl boyunca hutbeler Arapça okunmaya devam edilmiştir. Ta ki 1927’de Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi, hutbelerin Türkçe irat edilmesine dair tamim yayınlayana kadar. Rıfat Börekçi, bu fetvayı kendi başına değil, 1926’da kurulan bir komisyonun kapsamlı incelemesi sonucunda hazırlanan rapora dayanarak vermiştir.
Allah, bizzat İslam dünyası tarafindan bozulan nizamini Bir Turk ile yeniden tesis etmistir.