DİN ADAMLARININ ESİRİ / KULU OLMAKTAN KURTULAMAYACAK MIYIZ?
Öncelikle şunu bilmeliyiz ki, hayatımızdaki her eylem ve söylemlerimiz dinin konusu değildir. .
Geçmişten günümüze insanlığın vicdanen oluşturduğu ortak değerler de dinin konusu değildir. Bunlar zaman, zemin, şartlara ve toplumlara göre değişkenlik arz edebilir. Bunlar, din yerine konulmadığı sürece kabulü ya da reddi konusu bir sorun teşkil etmez..
Kur'an din yerine konan cahiliye adetlerinin birçoğunu kaldırmış, bir kısmını ıslah etmiş, din ile alakası olmayan alanlarda da sessiz kalıp örfe ve örflerdeki değişkenliğe bırakmıştır.
Nitekim sevgili Nebimiz vahiy kendisine tebliğ edilmeden önceki insani tercihlerinden giyim- kuşam, sarık- sakal, yemek kültürü konusunda Ebu Cehiller ile aynı iken, Nebilik makamına yükseltilmesinden sonra da bu tercihlerinin çoğunu değiştirmemiştir.
Konunun özünü tek cümlede ifade edersek; Her şeyi dinin konusu yapmak hem dini yorar, çekilmez hale getirir, hem de yeni nesilleri dinsizliğe ötelemiş olur!..
Ama kemikleşmiş, dogma haline gelmiş geleneğimiz, bu tür sorunlara önem vermediği gibi her şeyimize müdahale etmeye devam ediyor!
Peki, iyi de bu gelenek dediğimiz şey nasıl oluştu?
Allah Resulünün vefatı üzerinden iki asır bile geçmeden toplumda alim kabul edilen her birey adına birbirinden farklı içtihatlarla "İslam’la eşitlenen" MEZHEPLER kurulmuş ve din onların adı ile anılır olmuştur.
Aynı dönemde Kur'an ehlinden olan kişiler; bazı mezhep imamları ve hadis ehlince küfürle itham edilmiş, dışlanmış, hatta sürgüne gönderilip, kitapları yakılarak onların izlerine kadar yok edilmeye çalışıldığı bir süreç yaşanmıştır.
İktidar olan bu anlayış Allah’ın kitabını yeterince anlamamış olmalılar ki, İsrailiyatın da içinde olduğu sözlü kültürün bir yansıması olan eskiyi "atalar dinini", "rivayet kültürünü" hiçbir ölçeğe vurmadan dogma / kutsal kabul ederek "Ümmetimin alimleri, İsrâiloğullarının peygamberleri gibidir. Ya da peygamberin varisleridir" gibi sözleri esas alarak Allah ile kul arasında müçtehit, hoca, imam gibi unvanları ile "din adamlığı sınıfı" oluşturulmuştur. Allah'ın dinine karşı Muaviye ile başlayan karşı devrim, Abbasi ve Selçuklu dönemlerinde zirvesini yaşamıştır. Bu yapının din adına ürettikleri tefsir, fıkıh, siyer, malumat kitapları yorum ve kanaatlerin, kendi içlerinde birbiriyle çelişmelerine bile aldırış edilmeyip, dinin kendisiymiş gibi hatta üzerinde tüm İslam alimlerinin ortak görüşü gibi sonraki nesillere medreseler aracılığı ile aktarımı sağlanmıştır. Dört asır sonrası müceddit, şeyh, gavs, kutup gibi yeni unvanlar da "Ruhban sınıfı"na dahil edilmiştir.
Bugün islam toplumlarında İslam adı ile yaşanılan din Allah’ın değil, Kur'an’dan tamamen bağımsız olmamakla birlikte "geleneğin oluşturduğu" dindir.
...
Bugünkü konumuz geleneğin ürettiği sorunlardan birine değinmektir.
Nedir o?
Duaların kabulü için cuma saati, üç aylar, kutsal gün ve geceler gibi bir zaman dilimlerine ihtiyaç olup, o zaman diliminde yapılan duaların kabul oranının artırması!
Bu iddiaya bir soruyla cevap vermek geldi içimden.
Ne yani, bir insan acil zaruretini Allah'a açıklaması için bu vakitleri mi beklemeli?
Bu itirazıma şu tepkiyi veriyorlar!
O kadar alim, veli, din adamı, Allah dostu bilemedi de sen mi bildin? Doğrusunu onlar anlayamadı da sen mi anladın! Nasıl ki doktorluk bir meslektir hasta olunca doktora gidilir. Din ise din adamlarından öğrenilir.
Diyorlar...
Son derece masum görünen bu ateşli savunmaya cevap vermeden şunu söylemek isterim.
Hangisi olduğu, kimin seçtiği belli olmayan her gruba göre farklı kişilerden oluşan din adamlarına bir kutsiyet biçilirse, peygamberin varisi onlar olursa, dinde hüküm üretme yetkisi de verilirse, din adamı adı altında bir kask sistemi bir nevi ruhbanlık oluşturulursa, bu sistemin kurucu babaları "dinde söylenecek söz kalmadı" diyerek kendilerinden sonra içtihat kapısını kapatmışsa...
Ruhban sınıfını peygamber varisi gören anlayışa ne derseniz deyin, hangi kanıt ile önlerine çıkarsanız çıkın hiçbir faydası olmaz.
Ama ben yine de aslında masum olmaktan ziyade bu şeytani iddiaya cevap vermek istiyorum.
Tıp ya da diğer ilim dalları insan aklı ve bilgisi ile deneylerle öğrenilen mesleklerdir. Yüzyılların tecrübe ve birikimi sonucunda bugünkü seviyededir.
Oysa din yani İslam, TECRÜBE EDİLEREK ÖĞRENİLMİŞ BİR MESLEK DEĞİL, KİMSEYE MÜDAHALE HAKKININ VERİLMEDİĞİ İNSANLARIN KABULÜNE HATTA ANLAYIŞINA VAHİYLE SUNULMUŞ, BİR ÖNERMEDİR. DİNİN SAHİBİ DE ALLAH'TIR.
Ayrıca din konusunda doğruyu söyleyen her hangi biri değil, Allah’ın sözleri olan Kur'an'ın kendisidir.
O sözler ki, Allah’ımızındır!
Zahmet buyurup anlamak için okuyan herkese, kendinin nasıl bir ilah olduğunu açıklar anlatır. Nitekim Bakara 255 te,
"Allah, kendinden başka ilah olmayan (ilah)dır. O, sürekli diridir ve yaratıklarını sürekli koruyup gözetendir. Onu ne bir uyuklama ne de uyku tutar." denilmektedir.
Allah'a ulaşmak için kimsenin tavsiyesine bakılmaz. Zira, O'nun keyif ya da eşref saati diye belirlediği bir zaman dilimi yoktur. O'nun her an ve saniyesi rahmete / merhamete odaklıdır.
Yüce Allah için anın, günün, haftanın yılların hepsi aynıdır. Her an her şeyi görür bilir takdir ettiği şekliyle de yaratır.
Kabul edeceği bir dua varsa, kimseye danışmadan kabul eder ya da sonucu mahşere bırakır.
Bu atalar kültüründen kurtuluşun tek reçetesi; Dinin ana ilkelerini "aracılık yapan din adamlarına" sormadan Kur'an tercümesini okuyarak öğrenmektir. En azından öğrendiklerimizi Kur'an ile test etmektir. Aksi halde din adamlarının doğruları yanında yanlışlarının esiri / kulu olmaktan kurtulmak mümkün olmaz.
İslam akaidi Kur'an ile öğrenildikten ve bağlı kalındıktan sonra, istenilen kitabın okunmasında bir sorun yoktur. Çünkü insan zihni okudukça farklı fikirleri öğrendikçe anlayışı da gelişir.
Tüm dost ve kardeşlere selam olsun..
.....
Yazarın tüm yazıları için tıklayınız
.....