İlk insanımsıların (hominid) 4 milyon yıl önce yaşadığına ve beyin hacimlerinin 500 sm kadar olduğuna işaret eden buluntular mevcuttur. 2,5 milyon yıl öncesine ait buluntulardan ise beyin hacminin 600 smolduğu anlaşılıyor. Atalarımızın en önemlisi sayılan ve gövde büyüklüğü itibariyle bugünkü insana çok yakın olan ama beyni bugünkü insanın ancak yarısı kadar olan Dik İnsan (homo erectus), günümüzden 300 bin yıl öncesine kadar yaşamaktaydı. Homo sapiens (Akıllı İnsan) 160 bin yıl önce ortaya çıktı. Bilim insanları günümüzde yeryüzünün tek insan türünü homo sapiens sapiens olarak adlandırıyor. Yani, Akıllı Akıllı İnsan[i]. Ateş yakmayı ne zaman öğrendiğimiz ve konuşmaya ne zaman başladığımız tartışmalı konular olsa da, sapiens sapiens insan türünün 30.000 yıl öncesinden itibaren başarıları hakkında birçok bilgiye erişmek mümkün olmuştur. Mağara duvarlarına yaptıkları Picasso’ya taş çıkartan resimler, balık tutmak için büyük ağaç gövdelerinden oyma tekneler, dikiş dikmek için kemikten yapılan dikiş iğneleri, mağaraların girişini örtmek için yontulmuş taş kapılar günümüze kadar çıkabilmiş ilk uygarlık örnekleridir.
Günümüz insanının atası olduğu düşünülen homo sapiens’in Cro-Magnon[ii] kolunun, 40 bin yıl önce “gerçek bir kültür patlaması”[iii] yaptığına dair ipuçları vardır. Mağara duvarlarının süslenmesi, boyanması, aletlerin karmaşıklaşması ve çeşitlenmesi, kayalar üzerine oymalar, ölülere süslenmiş elbiseler giydirerek, galiba ayinle ve bir düzen içerisinde belli kurallara göre törenle gömmek söz konusu sıçramanın en önemli emareleridir. Bu gibi buluntulardan dolayı bazı antropologlar, insanlık tarihini 50 bin yıl öncesinden başlatma eğilimindedir[iv].
Böyle önemli maddi emareler bulunmuştur ama bu çağlarda beyni bizimki gibi 1300 smün üstünde olan bu insanların konuşmayı bilip bilmediğine dair bir bulgu mevcut değil. Eğer 40 bin yıl önce, dünyamız bir önceki buzul çağındaysa, o çağın insanları hakkındaki antropolojik bulgular, ana hatlarıyla ifade ettiğimiz bu gibi bilgilerden başka bir şey söyleyemiyor. Ama son buzul çağından sonra yaşanan kültür patlaması sayesinde bugünlere geldik. Arkeolojik bulgular, günümüzün uzayda yürüyen insanından 10-15 bin yıl öncesine kadar insanoğlunun mağaralarda yaşadığını göstermektedir. Tarım teknikleri de günümüzden yaklaşık olarak 10 bin yıl önce, her nasıl olmuşsa, galiba dünyanın birçok yerinde aşağı yukarı aynı dönemde ortaya çıkmış görünüyor. Daha yakın bir kıyas zemini öne sürecek olursak, yazının bulunmasından 5000 yıl sonra insanoğlunun uzaya çıktığını söyleyebiliriz.
Bütün bu, kuramsal çerçevesinden henüz taşamamış sınırlı buluntulardan türetilen bilgilere karşılık, 20 bin yıl önce ortaya çıkan son Buzul Çağı’ndan önceki ılıman dönemde uygarlığın ne aşamada olduğu tatmin edici ölçüde bilinmemektedir. Çünkü bulgular çok azdır ve sanıldığından çok daha ileri düzeyde bir hayat yaşanmakta olduğuna dair şüpheleri kamçılayan ipuçları da yok değildir. Mağaralarda yapılan kazılarda günümüze kadar çıkmayı başarabilmiş kemikten yapılmış aletler (iğne, biz, olta, kazıyıcı aletler, zımparalar, mızrak gibi) bulunabilmiştir. Mesela Zaire’de, 90 bin yaşında, kemikten yapılmış bir zıpkın bulunmuştur. Fakat daha uzak geçmişte bir uygarlık izine rastlamak mümkün olmamıştır. Ama ilkçağ yazarları, Atlantis kıtası efsanesi başta olmak üzere bu konuda çeşitli görüşler öne sürmüşlerdir.
Bu tartışmalara olmuştur ya da olmamıştır diye değil, ancak mümkündür şeklinde bir cevap verebiliriz. Bu konuda en belirgin bulgu, Japonya kıyılarında sualtında bulunan kademeli piramit şeklindeki taş yapıdır. Mısırlıların, MÖ 3. bin ortalarında taştan dev piramitler yaparak, üzerinde matematik ve astronomi bilgilerini kalıcılaştırmalarını da zamanın, uygarlık izlerini yok etmesine meydan okuma girişimi olarak değerlendirmek mümkündür. Eğer böyle düşünmedilerse, mimarları çok çok uçuk düşünmüş sayılmazlar mı? Bu yapıların amacının zamana meydan okumak olduğunu düşünürsek, bu kadar büyük zahmete girilmesi anlam kazanıyor. Aksi halde yapıların amacına dair bir çözüm düşünemiyoruz.
Sadece tarih bilgisinden yola çıksak bile iklim değişikliklerinin son birkaç bin yıllık tarihin biçimlenişinde önemli ve kalıcı etkiler meydana getirdiğini biliyoruz. Çok soğuk geçen kışın, erken bastıran kışın, şiddetli yağışların, aşırı sıcakların, veba gibi ölümcül bulaşıcı hastalıkların, yanardağ patlamalarının, Nuh Tufanı’nda ifadesini bulan sel felaketlerinin, büyük depremlerin, –kitaplarda yeteri kadar yer bulamamış olan konular olsa da– topyekûn insanlığın ya da herhangi bir kavmin kaderini değiştirebildiği, hatta tersine bile çevirebildiği biliniyor.
Dinozorlar bu konuda epey açıklayıcı bir örnektir. Günümüzden 65 milyon yıl öncesine kadar yeryüzünün egemeni dinozorlardı. Yeryüzünde onlara karşı koyabilecek hiçbir güç ortada görünmüyordu. 250 milyon yıl boyunca da böyle kaldıkları düşünülüyor. Ama muhtemelen Meksika körfezine düşen bir göktaşının yol açtığı ani iklim değişikliği sonucu, onları küresel egemenliğe taşıyan ve milyonlarca yıl zirvede tutan şartlar ortadan kalktı. Yeni şartlar, dinozorlara meydan okuyacak bir kudreti olmayan başka canlıların yükselişini hazırladı. Dinozorlar yok oldu ve iktidar kendiliğinden yeni egemenin eline geçti.
Japonya’da sualtında bulunan, piramit olduğu öne sürülen yapı. Görünen geometrik şekiller bunun insan yapısı olduğunu düşündürtüyor. Ama yapının tamamının incelenmemiş olması ya da incelendiği halde yayınlanmamış olması insanı ister istemez şüpheye sevk ediyor.
İnsanlık tarihinde de buna benzer olaylar bilinmektedir. MÖ 17.000’lerde kıtaları örten buzullar eridi ve 2-3 yüz yıl içinde okyanuslardaki deniz seviyesi yükseldi ve Cebelitarık üzerinden Akdeniz’i bastı. Karadeniz’ de Kırım ile Anadolu arasındaki alan Buzul Çağı’nda alçak bir havzaydı. Sadece küçük ırmakların taşıdığı suyun toplandığı Marmara denizi ise tuzlu suyla karışmamış bir göldü. Boğazlar açılmamıştı. Karadeniz de tatlı su gölüydü. Buzul Çağı sona erince buzulların binlerce yıl süren erimesinin sonucunda Akdeniz’in suları takriben 150 metre yükseldi ve sular aslında bir akarsu vadisi olan Çanakkale boğazı üzerinden Marmara’yı bastı. Marmara’daki deniz seviyesi uygun yüksekliğe geldiğinde yine aslında bir ırmak vadisi olan İstanbul boğazı üzerinden Karadeniz’le birleşti. Sular takriben günde 15 santim yükselerek 1000 gün içinde Karadeniz bugünkü haline geldi. Bu olay MÖ 8000 ilâ 7000 arasında olmuştur.
Buzul Çağı’nın sona ereceği dönemde yaşayan her bir insana karşılık, MÖ 10.000 dolaylarında yeryüzünde tahminen 12 insan yaşıyordu –o çağlarda toplam olarak sadece 500 bin kadar insan yaşadığı tahmin ediliyor–. Sular yükselmiş, insanlar ilerleyen su kütleleri karşısında geri çekile çekile yeni yerlerine göç etmişlerdi. MÖ 8-7000 dolaylarından beri yeryüzünde bu çapta bir coğrafik değişim yaşanmadı.
Antarktika buzullarında yapılan sondajlardan son 20 bin yıl içinde birçok kez ılık/yağışlı ve soğuk/kurak dönemler olduğu ve söz konusu zıt karakterli iki dönem arasında defalarca dalgalanmalar olduğu anlaşılmıştır. Söz konusu değişikliklerin astronomik ve jeolojik nedenlerini elinizdeki kitapta inceleyeceğiz[v].
Nispeten yakın zamanlara ait olan ve ayrıntıları epey bilinen örnekler de vardır. Girit’teki Minos uygarlığının[vi] (MÖ 16. yüzyıl), Meksika’daki Yucatan’da[vii] ortaya çıkan Maya uygarlığının[viii] (3. yüzyıl) ve Orta Batı Afrika’ daki Mali uygarlığının[ix] (14. yüzyıl) aniden sona ermesi, iklimle ilgili nedenlere bağlanır. Bunların yanında, deniz seviyesinin yükselmesi yüzünden batan kentler ve yağmurların kesilmesi yüzünden halkının terk ettiği kentler vardır. Lavların altında kalan kentler de vardır. Sumer uygarlığının gerilemeye yüz tutmasının arkasında da iklim etkeni aranır. Umman’da yaşamış olan, zenginliği ve ihtişamıyla ünlü Ad kavminin[x] yeryüzünden silinmesi de bir başka tipik örnektir. Bu kent şimdi kum tepelerinin altında.
Arkeoloji araştırmalarına uydular yardımıyla destek sağlama örneği olarak sunulan, Afrika’da Büyük Sahra’ nın ortasındaki bir yerleşim yerinin izleri de başka bir örnektir. Uydudan gönderilen amaca uygun seçilmiş belli frekanstaki radar sinyalleri[xi], kum tanelerinin iriliğine göre ekranda farklı izler meydana getirince çeşitli yönlerden gelen ve belli bir yerde kesişen yolları ortaya çıkardı. Umman’da Ad kavminin yaşadığı yer de böyle bulundu. Uydu teknolojileri sayesinde, günün birinde çöllerin altından Sumer kentlerinden çok daha eski dönemlere ait yeni yeni birçok kent enkazı ortaya çıkarsa
Yirmi bin yıl önceki son Buzul Çağı’nda buzullarla kaplı alanlar haritada görüldüğü gibiydi. Dikkat edilirse, harita bugünkü coğrafya bilgisine göre çizilmiştir. Oysa gerçekte, suların daha düşük seviyede olması nedeniyle, karaların sınırları bugünkü gibi değildi. Sınırlar epey farklıydı; çünkü deniz seviyesi şimdikinden birkaç yüz metre daha aşağıdaydı. Görüldüğü gibi, buzullarla kaplı alanların neredeyse tamamı kuzey yarımkürededir. Güneyde sadece, Güney Amerika’ nın batı kıyıları boyunca uzanan ve dünyanın en uzun dağ silsilesi olan Ant dağları buzullar altındaydı. Bunun yanında, Orta Asya’daki Himalaya-Hindukuş-Altay-Tanrı dağ silsilesi de buzullarla kaplıydı. Aynı şekilde, Kafkasya sıradağları ve Kuzey Amerika’nın çok büyük bir bölümü de buzullarla kaplıydı. Buna karşılık, dört tarafı dağlarla çevrili Orta Asya düzlükleri, Mezopotamya, Hindistan, Anadolu, Avrupa’nın Akdeniz kıyıları ve Afrika yaşanabilir durumdaydı. Hiç şaşırmamak lazım. Aynı durum denizlerin altı için de geçerlidir.
Atlantis bir efsane olabilir. Efsane olması, onun tamamen hayal ürünü olduğunu öne sürmeye yetmez. Sadece gerçeğin zaman içerisinde abartıla abartıla aldığı son biçim olabilir.
Salgın hastalık, sel, deprem, lav püskürmesi gibi birdenbire ortaya çıkan olağanüstü etkilerin tarih üzerindeki göçe zorlayıcı rolü yanında, uzun dönemli iklim değişmelerinin muazzam etkisi de söz konusudur. Nitekim astronomi, jeoloji ve arkeoloji bilgimiz bize 20 bin yıl önce yaşanmış son Buzul Çağı’nı ve buzul alanların sınırlarını tanımamızı büyük ölçüde sağlamıştır. Bunun yanında, birbirini belli aralıklarla izleyen birçok buzul çağı söz konusudur.
Her ne kadar yaşanan son buzul çağına yoğunlaştıysak da, araştırmalar, son 1,6 milyon yıl içine 63 ani iklim değişikliği olduğunu göstermektedir. Her buzul dönemi gelişmekte olan insan hayatını olumsuz etkilemiş, ancak iklim şartları hayata elverişli hale gelince nüfus artmış, beslenme kolaylaşmış, alet kullanan insan becerisi gelişmiş ve uygarlık her ılıman dönemde birkaç adım daha sıçrama yapmıştır. Buzulların ilerlemesine ve gerilemesine bağlı olarak ilerleyen ya da geriye doğru birkaç adım attıktan sonra tekrar ilerleyen uygarlık söz konusudur. Bir başka deyişle, insanlar, ani iklim değişikliklerine uyum sağlamayı önünde sonunda başarmış ama sert değişikler olduğunda sayıları da epey azalmıştır.
***
[i] James C. Davis, İnsanın Hikâyesi, İş Bankası Yayınları, 2012, sayfa 2
[ii] Homo sapiens’in iki türü var. Biri Neandarthal ve diğeri Cro Magnon. Önceleri Neandarthal’ın insanın atası olduğuna inanılıyordu ama son DNA araştırmaları bu iddiayı onaylamadı. Şimdi Cro Magnon’un torunları olduğumuz söyleniyor. Buna karşılık her yeni buluntu kuramda tadilat gerektiriyor. Ayrıca çok daha eskiye tarihlendirilen insanımsılar üzerinde DNA araştırması yapılıp yapılmadığını öğrenmemiz mümkün olmadı.
[iii] Jean François Dortier, Kültürün Kökenlerine Doğru adlı makalesinde ve Nicolas Journet, Evrenselden Özele Kültür, İz Yayıncılık, 2009, sayfa 12
(iv) Jared Diamond, Tüfek, Mikrop ve Çelik, TÜBİTAK Yayınları, sayfa 34
[v] Ian Morris, Dünyaya Neden Batı Hükmediyor?, Alfa Yayınları, 2012, sayfa 106
[vi] Minos uygarlığı: Girit adasında MÖ 3000 civarlarında ortaya çıkan ve en parlak dönemini MÖ 2700 ile 1450 arasında yaşamış olan uygarlıktır. Minos ülkenin mitolojik kralının adıdır. Söz konusu uygarlığa Minos adını veren ve adını Grekleştiren İngiliz arkeologlardır. Burada yaşayan halk, kendini muhtemelen Kaptara olarak adlandırmıştı.
[vii] Yucatan: Orta Amerika’da, Meksika’nın güney tarafında Meksika körfezine doğru uzanan 200 bin km2 büyüklüğündeki yarımadadır. Meya uygarlığının merkezidir.
[viii] Maya uygarlığı: Yucatan yarımadasında MÖ 7. yüzyılda ortaya çıkan ve MS 3. yüzyılda altın çağına ulaşan ve 18. yüzyılda İspanyollar tarafından yok edilen Orta Amerika uygarlığı.
[ix] Mali uygarlığı: Günümüzde denize komşu olmayan Mali, Kuzey Batı Afrika ülkesidir. Ama tarihte Nijer ırmağı vadisini ve deltasını kaplayan büyük bir uygarlıktı. Bölgenin her tarafı tarih doludur. Her yerde yok olmuş bir uygarlığın kalıntılarıyla karşılaşılır. Bir zamanlar Avrupa’dan ileriydi. Portekiz kralının Afrika macerasına atılmasının nedeni de gelen giden tüccarlardan Mali’nin zenginliği hakkında işittikleridir. Kuzeyindeki Büyük Sahra yüzünden Mali uygarlğı yayılamamıştır. Uygarlıkların yükselişinde ve yayılmasında coğrafya etkeninin önemini göstermesi bakımından fevkalade tipik bir örnektir. Mali uygarlığı bize göre, çölün başka uygarlıklarla karşılıklı etkileşime girmesine engel olduğu için tırmanışını sürdürememiştir. Bu uygarlık Fransızlar tarafından çökertilmiştir.
[x] Ad kavmi: Kur’an’da Fecr suresinin yedinci ayetinde, azgınlık ettikleri için üzerlerine ‘azap kamçısı’ yağdırılan kavimler arasında adı zikredilen kavim. Bu kavmin kenti olan Ubar’ın kalıntıları, Umman’da bulunmuştur.
[xi] Bakınız: Temizliğin Tarihi, sayfa 174