Zihinsel ve psikolojik bir çok olayda, baş aktör olarak görev yapan, serotonin ve dopamin hormonlarının ismi, son yıllarda daha fazla duyulur hale geldi. Halk arasında “Mutluluk hormonu” olarak bilinen, bu biyokimyasalların eksikliği de, fazlalığı da, vücudumuz için çok ciddi problemler doğurur.
Beynimiz tarafından üretildiği bilinen, 200 çeşit “nörotransmitter” in en önemlilerinden olan, serotonin ve dopamin hormonlarının etkileri incelendiğinde, “Depresyon, nedeni belli olmayan gerginlik hali (anksiyete), bitkinlik, panik atak ve kontrol edilemeyen, tekrar edilen üzücü, sinir bozucu, düşünce, korku veya takıntılı” durumlarda, bu hormonların gereken düzeyin altında oldukları tespit edilmiştir.
Yani bu şikayetlerden herhangi biri ya da birkaçı ortaya çıktığında, beyin biyokimyasallarının, özellikle serotonin ve dopamin hormonlarının istenen seviyede olmadığını, dengelenmesi gerektiğini düşünebiliriz.
Beyin kimyasallarının çalışma şekli, tam olarak çözülememiş olsa da, eksikliği ya da fazlalığının, yukarıda saydığımız problemleri ortaya çıkardığı bilinmektedir. Peki bu problemlerin çözümü için, farkında olmadan, kendiliğimizden yaptığımız davranışları hiç düşündük mü? Mesela canı sıkılan birinin sigara yakması, bir başkasının canının tatlı veya yağlı yemek istemesi, sizce neden olabilir?
Devamlı yediğimiz yiyeceklerin, içeceklerin çok fazla tekrarlanan olay ya da düşüncenin, beyin kimyasını nasıl etkilediğini araştırdığımızda, çok ilginç sonuçlarla karşılaşmamız mümkündür.
Örneğin iştahla yediğimiz iki porsiyon baklavanın, bir şişe kolanın veya karbonhidrat ağırlıklı yiyeceklerin, kendimizi iyi hissettirecek, serotonin salınımına neden olduğunu, yahut mangalda pişirip afiyetle yediğimiz yağlı pirzolanın, köftenin, sucuğun, dopamin seviyemizi yükselterek bizi mutlu ettiğini hiç düşündük mü?
Bunları yerken aldığımız keyif, hissettiğimiz huzur ve enerji artışı, asla psikolojik değil, beynimizde yaşanan gerçek bir kimyasal reaksiyonun sonucudur. Aynı şekilde “Hem reçeteyle satılan depresyon ilaçlarının, hem de sokakta satılan uyuşturucuların”, ortak noktası da, vücudumuzdaki serotonin ve dopamin seviyesini yükseltmesidir.
Anksiyete tedavisinde kullanılan,“Prozac ve zoloft” gibi antidepresanların, beyin üzerinde yaptığı etki ile, sokakta kaçak olarak satılan ve bir uyuşturucu türü olan “ecstasy’nin” yaptığı etki arasında hiçbir fark yoktur. İkisi de farklı oranlarda, beynin kullanacağı “Serotonin miktarını” yükseltir.
Yani sigara, muhtelif tatlılar, çeşitli hamur işleri ve bir çok rafine ürünlerle beslenmek de, bir tür düşünceyi uyuşturmanın, halk tabiri ile “Kafa bulmanın”, ucuz ve yasal yollarından birisidir.
Benzer şekilde,”wellbutrin” adlı antidepresan da, tıpkı nikotin, amfetamin, kokain gibi, vücuttaki “Dopamin seviyesini” arttırıyor. Ancak asıl dikkat edilmesi gereken husus, “Pastırma, sucuk, salam, sosis, pirzola, köfte, patates cipsi ve diğer aşırı yağlı ve fabrikasyon yiyecekler de”, aynı etkiyi gösteriyor.
Buradan anlıyoruz ki, bir çok insanın kendilerini iyi hissetmek için, yemek yediklerini söylemeleri, sinirlenen ya da canı sıkılan bir tiryakinin, sigara içerek rahatlamaya çalışması, gayet normaldir. Çünkü böyle yaparak, beyin kimyasallarını, hem de çoğu kez, gerçekten olması gerektiği şekilde değiştiriyorlar.
Bu bilgiler ışığında şu sonuca varabiliriz. Tıpkı “Nikotine veya, herhangi bir uyuşturucuya bağımlı” olabileceğiniz gibi, aşırı karbonhidratlı veya yağlı gıdalara da, her hangi bir müzik türüne de, düşünce yapısına da, giyim şekline de, hatta “Dayağa bile”, bağımlı hale gelebilirsiniz.
Bu sözlerime gülenler, yok ya öyle şey olmaz, bu kadarı da fazla, diye hayret edenler ya da tamamen mantık dışı kabul edenleriniz olabilir. Bu şekilde düşünenlere, günlük hayatta çevremizde yaşanan bir çok olay örnek olarak verilebilir. Ancak ben bizzat yaşadığım, herkesin başına gelemeyecek, bir olayı anlatmak istiyorum.
12 Eylül askeri darbesi öncesinde (sıkıyönetim dönemi) ve sonrasında tutuklanan gençlerden, Ankara/ Mamak askeri ceza evi A blokta yatan tutuklulara, “Günde üç öğün, belirli saatlerde dayak atılırdı”. Burada yedi yıl dayak yedikten sonra, tahliye olan bir arkadaşıma, ceza evinden çıktıktan, yaklaşık iki ay sonra ziyarete gittim. Misafirler dağılıp, ikimiz baş başa kaldığımızda, Ümit gülme ama senden bir ricam var dedi ve ilave etti. “Canım günlerdir feci şekilde dayak istiyor”. Hazır kimse yokken beni biraz döver misin?
Bu olaya o gün sadece gülüp, şaşırıp hiçbir mana verememiştim. Ancak bu gün biliyorum ki, insan beyni ”Sürekli yapılan her şeyi”, iyi yada kötü diye ayırt etmeden artısı veya eksisi ile programa alıyor. Bizim “Devamlı yaptığımız şeylerle mutlu olabilmemiz içinde”, sistemi ona göre uyarılıyor. Bu sayede, başlangıçta acı veren dayak bile, bir müddet sonra acı vermediği gibi aranır hale geliyor, belki de zevk veriyor.
Müslümanlar için ramazan ayındaki “Oruçlunun hali” de aynen bu şekildedir. Günde iki paket sigara içecek kadar tiryaki olan bir sürü insan, sahurla iftar arasında pek sigara ihtiyacı hissetmezken, hoca Allah’u Ekber dediği anda, yemeğini dahi yemeden, bir şekilde orucunu açıp, hemen sigaraya saldırır.
Bu şekilde davranılmasının nedeni, bir Müslüman olarak, Ramazan ayı öncesindeki, “Oruç tutma niyetimizdir”. Kesin bir kararlılık haline getirdiğimiz, bu niyet sonucu, beynimiz sahurla iftar arasında hiçbir şey yemeyeceğimizi içmeyeceğimizi kabul edip, “Gerekli uyarlamayı yaparak”, sahurla iftar arasında, sigara isteğini ortadan kaldırır. (Eğer vücudumuzda gıda yetersizliği yoksa, açlık ya da susuzluk da hissetmeyebiliriz.)
Bütün bunlar gösteriyor ki, “Düşüncemiz ve bu düşüncedeki kararlılığımız” beyinde salgılanan bir çok biyokimyasalı doğrudan etkilemektedir. Buradan şu sonuca varabiliriz. “Düşüncenin beyin üzerindeki etkisini” kullanarak, bir çok kötü alışkanlıktan kurtulabileceğimiz gibi, yemek yeme alışkanlığımızı da, istediğimiz şekilde değiştirebiliriz.