Bursa Arena E'Gazete
2022-09-05 00:04:39

Mide Kanseri Ve Bağırsak Hastalıkları Önlenebilir mi?

ÜMİT YURTKURAN

05 Eylül 2022, 00:04

İnsan vücudu, ortalama 100 trilyon hücreden oluşan ve üzerinde çok fazla sayıda (trilyonlarca) çeşitli mikro yaratığın (mikropların) yaşadığı apayrı bir dünya gibidir. Her bir “insan vücudundaki hayatın zenginliği, çeşitliliği, yer yüzündeki, yer altındaki ve tüm okyanuslardaki hayatın zenginliği ve çeşitliliği” kadar şaşırtıcıdır.

Vücudumuzda hücreler dokuları, organları, sistemleri oluşturur. Bağışıklık sistemi, dolaşım sistemi, lenf sistemi, sinir sistemi, solunum sistemi, kas sistemi, iskelet sistemi, sindirim sistemi ve tüm organlarımız “son hücrelerine kadar” çok sıkı bir ilişki içerisinde, trilyonlarca görülmez misafirlerle birlikte uyum içerisinde yaşayarak, “makro ve mikro yaşam eko sistemini oluşturur lar”. Ancak bu ilişki tamamlayıcı (simbiyotik) bir ilişki türüdür. “Hiçbiri diğeri olmadan sağlıklı bir şekilde varlığını sürdüremez. Bu mikro organizmalar olmadan insan varlığı devam edemez”.

Bütün hücreler hem bağımsız hem de birbiri ile irtibatlı, koordineli ve uyumlu bir şekilde çalışır. Belli bir program içerisinde sürekli ölüp ölüp dirilerek organlarımızı ve bedenimizi yeniler ve canlı tutar. Ancak bu görevlerini sağlıklı bir şekilde yerine getirebilmeleri için mutlak şartlardan biriside gerekli olan vitaminler, mineraller, elementler, iz elementler, hormonlar, enzimler, amino asitler, yağ asitleri ve benzerleri eksiksiz temin edilmelidir.

Özellikle dolaşım sistemi gerekli olan malzemelerin taşınma görevini üstlenir. Bu nedenle kanımızın temiz ve doygun olması gereklidir. İşte tam bu noktada “sindirim sistemi” devreye girer. “Sindirim sistemi ne kadar sağlıklı ve muntazam çalışırsa, kanımızda o kadar temiz ve doygun olacaktır”. Sindirim sisteminin herhangi bir bölümünün iyi çalışmaması veya hasar görmesi halinde, sindirim tam ve eksiksiz olamayacağı için, mikro gıda yetersizliği görülecek ve bunun sonucunda da sağlığımız doğrudan etkilenecektir.

Sağlıklı bir bünye ye sahip olabilmek için tüm karmaşıklığına, bilinmezliklerle dolu olmasına rağmen aldığımız gıdaların sindirim sistemimiz içerisinde ağızdan anüse kadar olan yolculuğunu ve bu yolculuk esnasında ne gibi işlemlere tabi tutulduğunu, olabildiğince basitleştirip anlamamız ve beslenme düzenimizi de ona göre şekillendirmemiz şarttır.

Yüzlerce, belki de binlerce maddelik listeler halinde sıralayabileceğimiz bütün gıda maddeleri, “karbonhidratlar, proteinler ve yağlar” olarak üç ana başlıkta toplanır. Ancak bunların hiç birisi doğal haliyle yiyeceğimiz hiçbir gıda maddesinde, “protein, karbonhidrat veya yağ asidi şeklinde” tek başlarına, saf olarak bulunmazlar. Örneğin Anadolu insanı olarak hepimizin yakından tanıdığı kuru fasulye bile, tek başına hap gibi yutulsa, “hem protein hem karbonhidrat hem de yağ asitleri birlikte alınmış olur.”

Bu nedenle (bana göre) “sağlıklı bir sindirim sistemi hepsini bir arada aldığımızda hazmetmeye uygun bir şekilde yaratılmıştır.” Sağlıklı bir hayat için vücudumuzun hem karbonhidratlara hem proteinlere hem de yağ asitlerine ihtiyacı vardır. Önemli olan bunların “yeterince ve dengeli bir şekilde” alınmasıdır.” Yediklerimiz tamamen katkısız, doğal bir gıda maddesi bile olsa, “gereğinden fazla tüketilmesi halinde sağlığımız için zararlı olacağı” hiçbir zaman unutulmamalıdır.

Yediğimiz gıdaların sindirimi ağızda başlar”. Ağzımız normalde hafif alkali (PH= 7 – 7.4) bir ortama sahiptir. Bunun nedeni, kulak altı, çene altı ve dil altı tükürük bezleri vasıtasıyla üretilen ve “çok karmaşık bir kimyasal yapıya sahip olan, tükürük salgısıdır.

Tükürük içerisinde su, albümin (Lipaz amilaz, peptidaz, fosfataz, Piyalin gibi) çeşitli enzimler, imminoglobin A – G – M gibi antikorlar, serum proteinleri, Siyalik Asit, ürik asit, lipitler, azot, elektrolitler, kalsiyum, sodyum, potasyum, magnezyum ve bikarbonat iyonları gibi sayısız kimyasal maddeler bulunur. Bu “kimyasal maddelerin kullanılabilmesi ve yeterince faydalı olabilmesi için” lokmaların “yavaş yavaş ve en az 20-25 defa çiğnendikten sonra” yutulması gerekir.

En önemli sindirim istasyonumuz “midedir.” Midemizdeki ortam tamamen asidiktir ve “burada sadece protein sindirimi başlar.” Birçok konuda olduğu gibi sindirim konusunda da en büyük problemlerden birisi bilgi kirliliğidir. Birçok diyet kitabında “en küçük mide probleminde dahi, hazmı kolaylaştırmak veya vücudun hafif alkali hale getirilmesine destek olmak niyetiyle kimyasal ilaçlar, karbonatlı su veya soda içmek” gibi değişik tavsiyelere rastlarız.

Halbuki “midede sadece protein sindirimi başlar ve ortamın tamamen asidik (PH= 1,5 – 3 civarı) olması gereklidir”. Midede salgılanan hidroklorik asit protein sindirim enzimi olan “Pepsini” harekete geçirir. Çok karmaşık bir yapıya sahip olan Proteinler “pepsinler sayesinde parçalanarak, Aminoasitler ve peptitlere” ayrılır.”

Ancak herhangi bir nedenle, midede yeteri kadar hidroklorik asit üretilmemesi veya dışarıdan yapacağımız herhangi bir müdahale ile “PH değerinin yükseltilmesi (asit değerinin düşürülmesi) halinde, proteinler gerektiği şekilde parçalanamayacak ve sindirim işlemi daha başlangıç noktasında eksik yapılmaya mahkum olacak” demektir.

Normal şartlarda sindirimin sağlıklı bir şekilde devam edebilmesi için gıda maddelerinin mideden 12 parmak bağırsağına geçişini müteakip, “Sekretin ve Kolesistokinin” hormonları salgılanmalıdır.” Bu hormonların salgılanabilmesi için ise, mideden 12 parmak bağırsağına geçen “gıda maddelerinin PH değerinin 2 civarında olması gerekir.”

Bu iki hormon 12 parmak bağırsağı tarafından üretilir ve kana karışarak Pankreas, karaciğer, mide ve diğer organlara taşınır. Sekretin hormonu mideye “sıvı üretimini durdurma talimatını verir. Karaciğeri “safra üretmesi için, “bağırsak duvarına ise yemeğin geldiğini haber vererek, kendisini korumaya yetecek kadar “Mukus üretimi için uyarır.”

Ancak “yaptığı en önemli şey” mideden gelen yiyeceklerdeki asidi etkisiz hale getirerek, sindirilebilmesi için “Pankreası uyarmasıdır”. Çünkü “sindirimin tam ve hatasız olabilmesi için ince bağırsağın çok daha alkali bir PH değerinin (Ph ; 7 – 8 ) olması gerekir.” Bu da ancak pankreasın üreteceği bikarbonat çözeltileri ile mümkün olacaktır. Pankreasın görevi bununla da bitmez. “Sindirim için şart olan Amilaz, Glukagon, Tripsinojen ve İnsülin gibi enzimleri de salgılaması” gerekir.

Ancak pankreasın bu sindirim enzimlerini salgılayabilmesi için ikinci bir hormonun, yani “Kolesistokinin uyarısına ihtiyacı vardır.” Eğer “mideden gelen yiyeceğin PH değeri normalden yüksek olursa” ( 2 civarında olmalıdır) 12 parmak bağırsağı “Kolesistokinin hormonu üretmez”. Bu hormonun üretilmemesi halinde ise Pankreas uyarılmaz ve gerekli sindirim enzimlerini salgılamaz.

Neticede süreci kötü bir sindirim ve emilim takip eder. “Kazomorfin, Glutenomorfin gibi, tam sindirilmemiş proteinler” hasarlı bağırsak duvarından emilerek kana karışır ve “alerji gibi bağışıklık reaksiyonlarına yol açar.” Pek çok temel vitamin, mineral ve aminoasitler özümsenemez.

Bağırsaklarda tam olarak sindirilemeyen karbonhidratlar, “anormal bağırsak florası tarafından kullanılıp alkole, asetaldehite ve diğer toksinlere dönüştürülür”. Yağlar sindirilemediği için yağ da çözülebilen “son derece önemli, A-D-E- K vitaminleri ve omega-3 gibi, temel yağ asitleri eksik kalır.” Diğer sindirilemeyen yiyecekler ise sindirim yolunda çürüyerek “tüm vücuda zararlı hale gelir.

Mide asidinin azlığı sadece sindirimi mahvetmekle kalmaz,” başka ciddi olumsuzluklara da yol açar. Normalde aşırı asitli ortam nedeniyle, sindirim sisteminin bakteri ve mantarlar açısından en düşük nüfus yoğunluklu bölgesi midedir. “Ancak düşük asitli (Ph değeri yüksek) bir midede heliko bakteri, Campillo bakteri, pylori, candida, E-coli, Salmonella, streptococci gibi değişik türden pek çok “patojen ve fırsatçı bakterilerle çeşitli mantar türleri mide duvarında yaşama ve çoğalma ortamı bulurlar.”

Düşük asitli midede yaşayan, patojen bakterilerin pek çoğu, karbonhidratları “özellikle de işlenmiş olanlarını tüketmeyi çok sever.” Normalde “karbonhidrat sindirimi ağızda tükürük ile başlar, mideye ulaştığında mide asidi tarafından sindirimi durdurulur ve 12 parmak bağırsağına geçinceye kadar bekletilir.”

Ancak düşük asitli midede patojen bakteriler karbonhidratları, “özellikle rafine karbonhidratları fermente etmeye başlar.” Fermantasyon sonucunda genellikle toksinler ve gaz açığa çıkar. Sürekli tekrarlanan bu işlemler sonucunda “mide tembelliği, mide ekşimesi, yanması, gastrit, reflü gibi şikayetler başlar.

Mide asidinin uzun süreli düşük olmasının gastrit ülser ya da mide kanseri oluşumunda etkili olduğu düşünülmektedir. “Mide kanserli kişilerde yapılan araştırmalarda, mide asidi seviyesinin düşük olduğu ortaya çıkmıştır”.

Mide şikayetleri başladığında karbonat veya soda gibi yapay içecekler yahut kimyasal pastiller kullanarak, mideyi geçici olarak rahatlatıp “fabrika ayarlarını bozmak yerine,” daha hastalıklar başlarken müdahale edilerek “sebepler ortadan kaldırılmalıdır.”

Tüm organlarımız gibi hiçbir mide veya bağırsak da doğrudan kanser olmaz. Yaptığımız beslenme hataları nedeniyle, “önce hazımsızlık, mide de tembellik, ekşime, gaz, yanma, gastrit, ülser ve en sonunda kanser olur”. Yani “kanser olmadan önce değişik şekillerde, birçok kez çeşitli semptomlarla mutlaka ikaz ediliriz.” Tabii midedeki ekşime ile ülser ya da kanser teşhisi arasında, çok uzun yıllar olduğu için, vatandaş olarak “hastalığın başlangıcı ile sonucu arasında pek bağlantı kuramayız”.

Eğer midemizde ekşime özellikle gastrit başladığı anda, beslenme hatalarımızı düzelterek, “mide asit salgısını artıracak doğal gıdalar ile beslenir, midedeki iltihabı yok edecek bitkisel yağlar ve bitki karışımları kullanırsak” midemizin çok kısa sürede normale dönerek şikayetlerimizin ortadan kalkacağını, ülser yada kanser gibi çok daha ciddi hastalıklardan uzak olacağımızı görürüz. “Çünkü mide duvarı yaklaşık üç günde bir kendisini yeniler.

Sağlıklı günler dileğiyle…

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.