Ondokuzuncu yüzyılın sonlarında Amerika’nın öncü gazetecilerinden biri olarak kabul edilen ve New York Times gazetesinde on yıl baş editörlük yapan John Swinton (1830-1901), 1880 yılında, New York Basın Kulübü’nde kendisi onuruna verilen bir ziyafette, 'basın özgürlüğü' şerefine kadeh kaldırmadan önce bir konuşma yapmaya davet edilir. Söz konusu ünlü konuşma şöyledir;
“Dünya tarihinin bu zamanında Amerika’da 'bağımsız basın' diye bir şey yoktur. Bunu siz de biliyorsunuz, ben de biliyorum. İçinizde düşüncelerini dürüstçe yazmaya cesaret edecek hiç kimse yok, eğer varsa da bu kişi, yazısının yayımlanmayacağını baştan bilir. Ben, düşüncemi çalıştığım gazetede yazmamam için haftalık ücret alıyorum. Aramızdan bazıları da benzer şeyler için benzer maaşlar alıyor ve hiçbiriniz, gerçek düşüncelerinizi yazıp da sokaklarda başka iş arayacak kadar aptal değilsiniz. Gazete yazılarımdan birinde gerçek fikrimi yazmış olsaydım, bunun yayımlanmasından yirmi dört saat önce işimi kaybederdim.
Gazetecilerin görevi gerçeği çarpıtmak, külliyen yalan söylemek, kötüye kullanmak, kara çalmak ve ekmeğini çıkarabilmek için kendi ülkesini ve ırkını satmaktır. Bunu siz de biliyorsunuz ben de biliyorum. Öyleyse 'bağımsız medya'ya kadeh kaldırmak niye?..
Biz ekranların arkasındaki zengin adamların aletleriyiz. İpleri çektiklerinde dans eden kuklalarız. Yeteneklerimiz, imkanlarımız ve yaşamlarımız tümden diğerlerinin mülküdür. Bizler Entelektüel fahişeleriz!..”
Swinton’un tarihe geçen bu veciz konuşmasında abartma olmadığı, daha sonra yaşanan olaylar ve ortaya çıkarılan gerçeklerle de doğrulanmıştır. Bu konuşmanın yapıldığı 1880 yılından sonra medyanın eleştirilere kulak vererek kendine çeki düzen vermediği de apaçık bir gerçektir. Tersine 'zihin yönlendirme' ve 'manipülasyon' yöntemleri, akademik çevreler tarafından da desteklenerek ince ayardan geçirilmiş, önce Amerikan halkının başına sonra da dünyanın başına bela olmuştur.
Aktarmamızdaki gibi namuslu insanların konuşmaları dürüstlüğü özendirmeye, dürüst olmayanı utandırmaya yetmemiş; bilakis tersine etkiler ortaya çıkarmış, bir meslekte geçimin yolu olarak benimsenmiştir. Bunun kanıtlarından biri, sözkonusu konuşmanın yapılmasından 110 yıl sonra ABD’de FED – CFR – City – CHATHAM taifesinin duayeni olan David Rockefeller’in, medyanın önde gelenlerine 1991 yılında yaptığı bir konuşma sayesinde kendiliğinden ortaya çıkmaktadır;
“The Wshington Post, The New York Times, Time Magazin ve diğer büyük yayın organlarının yöneticilerine, toplantılarımıza katıldıkları ve kırk yılı aşkın bir süredir bizi destekledikleri için müteşekkiriz. Bu yıllar boyunca halkın denetimine maruz kalmış olsaydık, dünya ile ilgili tasarımızı asla gerçekleştiremezdik. Fakat şu anda dünya, 'dünya hükümeti' ne doğru ilerlemek için daha donanımlı ve daha hazır. Entelektüel bir seçkinin ve dünya bankacılarının 'ulus üstü egemenliği', geçmiş asırlarda uygulanan 'ulusal özdenetim'e kıyasla kesinlikle daha makbuldür..”
ABD’nin tanınmış gazetecilerinden Gary Allen, Rockefeller ailesi hakkında şöyle diyor;
“Rockefeller’in medyaya müdahalesi çeşitli şekillerdedir. Bunlardan biri, Rockefeller çetesinin 'Tekelci Dünya Hükümeti' ne yönelik planlarının devletin bilgi çarpıtma mekanizmalarında asla ve asla tartışılmamasıdır. Ülkede öne çıkacak konulara medya karar verir. Yoksulluk meselesini ön plana çıkartabilir, ya da yok sayabilir. Aynı şey nüfus patlaması, çevre kirliliği, barış, yumuşama politikaları, ya da başka herhangi bir konu başlığı için de geçerlidir. Medya, Talp Nader gibi bir adamı alıp, anında folklorik bir kahraman haline koyabilir. Ya da Rockefeller’in bir düşmanını ele alıp, ona bir kreten (zeka ve gelişme geriliği olan ve bu yüzünden anlaşılan), soytarı, dar görüşlü, bağnaz ya da tehlikeli bir paranoyak imajı yapıştırabilir..”
Bu ifadeler, medyanın kültür hayatımızın doğal seyrinin önünde korkunç bir engel oluşturduğunun itirafından başka bir şey değildir. Bu anlayışla yönlendirilen medya, muazzam servet yoğunlaşmasını gizleyen bir perde işlevi de görmektedir. İletişim imkanları küresel sermayenin hesabına gelecek şekilde kullanılmakta; kültür hayatımız, doğal olmaktan çıkarılarak seralarda hormonlanmaktadır..
Böyledir; çünkü “kültürel gelişimin kökleri 'katılımda ve iletişimde' yatmaktadır..”
Bu alandaki doğal akışın zedelenmesi ve/veya gelişme sürecinin hormonlanması, insanlık adına büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Kalıcı etkiler söz konusu olduğu gibi, yanlıştan dönülmesine imkan verecek mekanizmaların da tahribatı söz konusudur.