Çok fakir büyüdük... Çok fakir büyüdük derken normalde ortalıkta da yoktu zaten hiçbir şey... Zengin parasını harcayabilecek yer bulamıyordu belki de... Ne bileyim; tek tük yeni evler, yeni arabalar görüyorduk ama lüks diyebileceğimiz pek bir şey de yoktu. Belki oteller falan lüks geliyordu bizlere...
Fakat duygu yoğunluğu bakımından da çok zengin büyüdük... El becerisi ile yapmış olduğumuz oyuncaklar ile oynamamız, sokak ve mahalle arkadaşlığına dayanan oyunlarımız, mahalleler arası futbol maçlarımız güzeldi... Hatta mahalleler arası kavgalarımız, nasıl bir olaysa, hayret yani... Yay ve ok yapıp Yeni Mahalle 'ye doğru attığımızı hatırlıyorum ya... Böyle bir şey olabilir mi? Oldu işte...
Eski insanlarımız bugünün insanlarına nazaran daha ilginç kişiliklerdi sanki... Daha samimi ve sıcaktılar, kim bilir el mecbur belki de... Bu kadar karmaşık bir hayat yoktu, daha netti ilişkiler...
Lakaplı hayatlarda yazmış olduğum karakterler vardı, hatırladınız mı? Ben hatırlatayım sizlere; erkeklerden "Koreli/Tekkanat Mehmet", "Topal Kemal", "Aşık Ali", "Öpücük Mustafa", "Eşkiya Şerif", "Tabanca Sami", "Tarzan Niyazi", "Tanker Hasan", "Sıçan Seyfi", "Minik Mehmet", "Fifi Tünay", "Uzun İlhan", "Deve Turgay", "Ölü Mesut", "Deli Aziz", "Kedi Muharrem"in yanında bu hafta ilave ettiğim "Simitçi Hüseyin Amca", kadınlardan "Benli Ayşe", "Kara Hatçe", "Hoppa Fadime", "Kara Fahriye", "Topal Bedriye", "Uzun Hayriye", "Deli Ayten" ve de bu hafta ilave ettiğim "Simitçi Hüseyin Amca"nın müstakbel eşi "Simitçinin Karısı"...
Tabi bu arada ilave ilave diye özellikle yazdığım "Simitçi Hüseyin Amca" ile "Simitçinin Karısı" lakaplı karakterlerden özellikle vurgulamak istediğim karakter: "Simitçinin Karısı"... Arkadaş, böyle bir tanımlama olabilir mi? O kadar kaba ama kaba olduğu kadar da sıcak, samimi, içten, tamamen bizden yani... Hani parmakla gösterip, "İşte o" der gibi falan bir tanımlama... Bırak onu; ondan başka kimseye söyleyemeyeceğin bir sıfatın, beden ve ruh bulmuş hali... Ve aslında da bir efsane... Hani tanımlama olarak bugünkü şartlarda küçümseme gibi bir ifade algılansa da bahsettiğim dönem de bugün Avustralya 'nın yerlileri Aborjinlerin hala kullanmış oldukları gerçeksel insan tanımlayan sıfatlı isim... Evet tam da öyle işte... Şaşırtıcı...
Yazımın kahramanı "Simitçinin Karısı"... Çocukluğumdan adını hatırlamıyorum ama o kadar önemli bir özelliğini hatırlıyorum ki; yazdığımda size de ilginç geleceği kanaatindeyim. Sanırım okula bile gitmemiştir "Simitçinin Karısı"... Ki belki de okuma yazma bile bilmiyordur... Çocukluğumdan bir sahne hatırlıyorum; Simitçi Hüseyin Amcalara misafirliğe gittiğimiz bir akşam da "Simitçinin Karısı" bize "Dede Korkut Masallarından Boğaç Han"ı anlatmıştı... Daha sonra bu "Dede Korkut Hikayelerinden Dirse Han Oğlu Boğaç Han Destanı"nın kitabını alıp defalarca okumuşumdur, kaba taslak ezberimde bile diyebilirim. Fakat; ezberimde olmasının altyapısında sanırım "Simitçinin Karısı"ndan bu destanı dinlemiş olmam yatmaktadır diye düşünüyorum. Şimdi sizlere "Dirse Han Oğlu Boğaç Han Destanı"nı anlatmayacağım ama "Simitçinin Karısı"nın Türk Kültürünü bir masalın kahramanı gibi gelecek kuşaklara aktarmasının önemini vurgulayıp, onu bu köşe yazımda anacağım... Anmakla da kalmayıp "Söz uçar, yazı kalır" deyişini doğrulamakla birlikte "Simitçinin Karısı"na unutulmazlık/bir nevi ölümsüzlük kazandırmak anlamında ve yine hafta itibariyle Ergenekon'dan çıkışı simgeleyen Ergenekon Bayramı dolayısıyla, "Ergenekon Destanı"nın özetini yazımın içeriğine alacağım...
"..Türk illerinde Türk oku ötmeyen, Türk kolu yetmeyen, Türk’e boyun eğmeyen bir yer yokmuş. Bu durum yabancı kavimleri kıskandırıyormuş. Yabancı kavimler birleşmişler ve Türkler’in üzerine yürümüşler. Bunun üzerine Türkler çadırlarını, sürülerini bir araya toplamışlar; çevresine hendek kazıp beklemişler.
Düşman gelince vuruşma da başlamış.
On gün savaşmışlar. Sonuçta Türkler üstün gelmiş. Bu yenilgileri üzerine düşman kavimlerin hanları, beğleri av yerinde toplanıp konuşmuşlar. Demişler ki: ”Türkler’e hile yapmazsak halimiz yaman olur !” Tan ağaranda, baskına uğramış gibi, ağırlıklarını bırakıp kaçmışlar. Türkler, ”Bunların gücü tükendi, kaçıyorlar” deyip artlarına düşmüşler. Düşman, Türkler’i görünce birden dönmüş. Vuruşma başlamış. Türkler yenilmiş. Düşman, Türkler’i öldüre öldüre çadırlarına gelmiş. Çadırlarını, mallarını öyle bir yağmalamışlar ki tek kara kıl çadır bile kalmamış. Büyüklerin hepsini kılıçtan geçirmişler, küçükleri tutsak etmişler. O çağda Türkler’in başında İl Kağan varmış. İl Kağan’ın da birçok oğlu varmış. Ancak, bu savaşta biri dışında tüm çocukları ölmüş. Kayı (Kayan) adlı bu oğlunu, İl Kağan daha o yıl evlendirmiş. İl Kağan’ın bir de Tokuz Oguz (Dokuz Oğuz) adlı bir yeğeni varmış; o da sağ kalmış. Kayı ile Tokuz Oguz tutsak olmuşlar.
On gün sonra ikisi de karılarını da alıp, atlarına atlayarak kaçmışlar. Türk yurduna dönmüşler. Burada düşmandan kaçıp gelen develer, atlar, öküzler, koyunlar bulmuşlar. Oturup düşünmüşler: ”Dört bir yan düşman dolu, dağların içinde kişi yolu düşmez bir yer izleyip yurt tutalım, oturalım” diye karar almışlar. Sürülerini alıp dağa doğru göç etmişler. Geldikleri yoldan başka yolu olmayan bir yere varmışlar. Bu tek yol da öylesine sarp bir yolmuş ki deve olsun, at olsun güçlükle yürürmüş; ayağını yanlış yere bassa, yuvarlanıp paramparça olurmuş. Türkler’in vardıkları ülkede akarsular, kaynaklar, türlü bitkiler, yemişler, avlar varmış. Böyle bir yeri görünce, ulu Tanrı’ya şükretmişler. Kışın hayvanlarının etini yemişler, yazın sütünü içmişler. Derisini giymişler. Bu ülkeye ”Ergenekon” demişler. Zaman geçmiş, çağlar akmış; Kayı ile Tokuz Oguz ’un birçok çocukları olmuş. Kayı’nın çok çocuğu olmuş, Tokuz Oguz ’un daha az olmuş. Kayı’dan olma çocuklara Kayat demişler. Tokuz’dan olma çocukların bir bölümüne Tokuzlar demişler, bir bölümüne de Türülken... Yıllar yılı bu iki yiğidin çocukları Ergenekon’da kalmışlar; çoğalmışlar, çoğalmışlar, çoğalmışlar. Aradan dört yüz yıl geçmiş. Dört yüz yıl sonra kendileri ve süreleri o denli çoğalmış ki Ergenekon ’a sığamaz olmuşlar. Çare bulmak için kurultay toplamışlar. Demişler ki: ”Atalarımızdan işittik; Ergenekon dışında geniş ülkeler, güzel yurtlar varmış. Bizim yurdumuz da eskiden o yerlerde imiş. Dağların arasını araştırıp yol bulalım. Göçüp Ergenekon’dan çıkalım. Ergenekon dışında kim bize dost olursa biz de onunla dost olalım, kim bize düşman olursa biz de onunla düşman olalım”... Türkler, kurultayın bu kararı üzerine, Ergenekon ’dan çıkmak için yol aramışlar; bulamamışlar. O zaman bir demirci demiş ki: ”Bu dağda bir demir madeni var. Yalın kat demire benzer. Demirini eritsek, belki dağ bize geçit verir. Gidip demir madenini görmüşler. Dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür dizmişler. Dağın altını, üstünü, yanını, yönünü odun-kömürle doldurmuşlar.
Yetmiş deriden yetmiş büyük körük yapıp, yetmiş yere koymuşlar. Odun kömürü ateşleyip körüklemişler. Tanrı ’nın yardımıyla demir dağ kızmış, erimiş, akıvermiş. Bir yüklü deve çıkacak denli yol olmuş. Sonra gök yeleli bir Bozkurt çıkmış ortaya; nereden geldiği bilinmeyen Bozkurt gelmiş, Türk’ün önünde dikilmiş, durmuş. Herkes anlamış ki yolu o gösterecek. Bozkurt yürümüş; ardından da Türk milleti Ve Türkler, Bozkurt’un önderliğinde, o kutsal yılın, kutsal ayının, kutsal gününde Ergenekon’dan çıkmışlar. Türkler o günü, o saati iyi bellemişler. Bu kutsal gün, Türkler’in bayramı olmuş. Her yıl o gün büyük törenler yapılırmış. Bir parça demir ateşte kızdırılırmış. Bu demiri önce Türk kaganı kıskaçla tutup örse koyar, çekiçle dövermiş. Sonra öteki Türk beğleri de aynı işi yaparak bayramı kutlarlarmış.
Ergenekon’dan çıktıklarında Türkler’in kaganı, Kayı Han soyundan gelen Börteçine (Bozkurt) imiş. Börteçine bütün illere elçiler göndermiş; Türkler’in Ergenekon’dan çıktıklarını bildirmiş.
'Taa ki, eskisi gibi bütün iller Türkler’in buyruğu altına gire' diye haber salmış. Bunu kimi iyi karşılamış, Börteçine ’yi kagan bilmiş; kimi iyi karşılamamış, karşı çıkmış. Karşı çıkanlarla savaşılmış ve Türkler hepsini yenmişler. Türk Devleti’ni dört bir yana egemen kılmışlar..."
Ergenekon’dan çıkış ile aynı güne denk geldiği için kutlanan Nevruz Bayramının, bugün pek çok Türk topluluğunda çeşitli adlarla kutlanmakta olduğunu biliyoruz.
Nevruza; Saha Türkleri "Isıah", Başkurtlar ve Kazan Tatarları "Saban Toy", Kazaklar,Özbekler, Azerbaycan Türkleri ve Türkmenler "Nevruz Toy" adını vermişlerdir. Türk Cumhuriyetlerinin, SSCB’nin yıkılması ile birlikte birer birer bağımsızlıklarına kavuşmalarıyla, Nevruz Bayramı Türk Dünyasında ortak bir bayram olarak kutlanmaya başlamıştır. Böylelikle; yaklaşık 1000 yıldır ayrılmış olan Türkleri, bu bayram birleştirmektedir. Selçuklular ve Osmanlı Devleti dönemlerinde de her yıl kutlanan Nevruz Bayramı, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda ve sonrasında Atatürk tarafından da, Başkent Ankara’da kutlanmıştır. Atatürk 'ün vefatı ile birlikte bu kutlamalar unutulmaya yüz tutmuştur. Ancak, Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını ilan ederek Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile diplomatik ilişkiler kurmaya başlamalarıyla yeniden parlamış ve süreklilik kazanmıştır.
Hiç bir eğitim almamış olmasına ve okuma yazma dahi bilmemesine rağmen "Boğaç Han Destanı"nı 40 yıl önce bizlere anlatarak bir nevi Ergenekon 'dan çıkışımıza destek veren "Simitçinin Karısı"nı gözlerim dolu bir vaziyette saygı, sevgi ve şükranla anıyorum... Ve ruhunu varlığımla sınırlı olmasına rağmen ebedi istirahatgahı olan sol yanıma yatırıyorum.
Ve ben bir siyasetçiyim... Bu yıl ki Ergenekon Bayramını erteleyerek, 16 Nisan 'da Türk Milleti 'nin sandıklardan çıkaracağı "HAYIR" mesajı ile kutlayacağımı okurlarıma ve aynı zamanda da kamuoyuna deklere ediyorum...
Kimse kusura bakmasın; bu olayın kod adı Ergenekon ve Ergenekon' dan çıkışın parolası da "Simitçinin Karısı"...
Dönem itibariyle her ne kadar Yaşar Kemal 'in dediği gibi;
"Bindiler de çektiler gittiler, o iyi insanlar, o dünya güzeli atlara.. O yiğitler, o her birisi kaplan örneği şahinler, o ceren gibi atlara bindiler de başlarını aldılar gittiler. Bir daha, bir daha hiç gelmeyecekler. Hiç, hiç, hiç! Demirin tuncuna, insanın piçine kal"mış olsak da; 16 Nisan'da Milletçe hep birlikte kutlayacağımız, Ergenekon Bayramımız şimdiden "HAYIR"lı olsun...
Fakat duygu yoğunluğu bakımından da çok zengin büyüdük... El becerisi ile yapmış olduğumuz oyuncaklar ile oynamamız, sokak ve mahalle arkadaşlığına dayanan oyunlarımız, mahalleler arası futbol maçlarımız güzeldi... Hatta mahalleler arası kavgalarımız, nasıl bir olaysa, hayret yani... Yay ve ok yapıp Yeni Mahalle 'ye doğru attığımızı hatırlıyorum ya... Böyle bir şey olabilir mi? Oldu işte...
Eski insanlarımız bugünün insanlarına nazaran daha ilginç kişiliklerdi sanki... Daha samimi ve sıcaktılar, kim bilir el mecbur belki de... Bu kadar karmaşık bir hayat yoktu, daha netti ilişkiler...
Lakaplı hayatlarda yazmış olduğum karakterler vardı, hatırladınız mı? Ben hatırlatayım sizlere; erkeklerden "Koreli/Tekkanat Mehmet", "Topal Kemal", "Aşık Ali", "Öpücük Mustafa", "Eşkiya Şerif", "Tabanca Sami", "Tarzan Niyazi", "Tanker Hasan", "Sıçan Seyfi", "Minik Mehmet", "Fifi Tünay", "Uzun İlhan", "Deve Turgay", "Ölü Mesut", "Deli Aziz", "Kedi Muharrem"in yanında bu hafta ilave ettiğim "Simitçi Hüseyin Amca", kadınlardan "Benli Ayşe", "Kara Hatçe", "Hoppa Fadime", "Kara Fahriye", "Topal Bedriye", "Uzun Hayriye", "Deli Ayten" ve de bu hafta ilave ettiğim "Simitçi Hüseyin Amca"nın müstakbel eşi "Simitçinin Karısı"...
Tabi bu arada ilave ilave diye özellikle yazdığım "Simitçi Hüseyin Amca" ile "Simitçinin Karısı" lakaplı karakterlerden özellikle vurgulamak istediğim karakter: "Simitçinin Karısı"... Arkadaş, böyle bir tanımlama olabilir mi? O kadar kaba ama kaba olduğu kadar da sıcak, samimi, içten, tamamen bizden yani... Hani parmakla gösterip, "İşte o" der gibi falan bir tanımlama... Bırak onu; ondan başka kimseye söyleyemeyeceğin bir sıfatın, beden ve ruh bulmuş hali... Ve aslında da bir efsane... Hani tanımlama olarak bugünkü şartlarda küçümseme gibi bir ifade algılansa da bahsettiğim dönem de bugün Avustralya 'nın yerlileri Aborjinlerin hala kullanmış oldukları gerçeksel insan tanımlayan sıfatlı isim... Evet tam da öyle işte... Şaşırtıcı...
Yazımın kahramanı "Simitçinin Karısı"... Çocukluğumdan adını hatırlamıyorum ama o kadar önemli bir özelliğini hatırlıyorum ki; yazdığımda size de ilginç geleceği kanaatindeyim. Sanırım okula bile gitmemiştir "Simitçinin Karısı"... Ki belki de okuma yazma bile bilmiyordur... Çocukluğumdan bir sahne hatırlıyorum; Simitçi Hüseyin Amcalara misafirliğe gittiğimiz bir akşam da "Simitçinin Karısı" bize "Dede Korkut Masallarından Boğaç Han"ı anlatmıştı... Daha sonra bu "Dede Korkut Hikayelerinden Dirse Han Oğlu Boğaç Han Destanı"nın kitabını alıp defalarca okumuşumdur, kaba taslak ezberimde bile diyebilirim. Fakat; ezberimde olmasının altyapısında sanırım "Simitçinin Karısı"ndan bu destanı dinlemiş olmam yatmaktadır diye düşünüyorum. Şimdi sizlere "Dirse Han Oğlu Boğaç Han Destanı"nı anlatmayacağım ama "Simitçinin Karısı"nın Türk Kültürünü bir masalın kahramanı gibi gelecek kuşaklara aktarmasının önemini vurgulayıp, onu bu köşe yazımda anacağım... Anmakla da kalmayıp "Söz uçar, yazı kalır" deyişini doğrulamakla birlikte "Simitçinin Karısı"na unutulmazlık/bir nevi ölümsüzlük kazandırmak anlamında ve yine hafta itibariyle Ergenekon'dan çıkışı simgeleyen Ergenekon Bayramı dolayısıyla, "Ergenekon Destanı"nın özetini yazımın içeriğine alacağım...
"..Türk illerinde Türk oku ötmeyen, Türk kolu yetmeyen, Türk’e boyun eğmeyen bir yer yokmuş. Bu durum yabancı kavimleri kıskandırıyormuş. Yabancı kavimler birleşmişler ve Türkler’in üzerine yürümüşler. Bunun üzerine Türkler çadırlarını, sürülerini bir araya toplamışlar; çevresine hendek kazıp beklemişler.
Düşman gelince vuruşma da başlamış.
On gün savaşmışlar. Sonuçta Türkler üstün gelmiş. Bu yenilgileri üzerine düşman kavimlerin hanları, beğleri av yerinde toplanıp konuşmuşlar. Demişler ki: ”Türkler’e hile yapmazsak halimiz yaman olur !” Tan ağaranda, baskına uğramış gibi, ağırlıklarını bırakıp kaçmışlar. Türkler, ”Bunların gücü tükendi, kaçıyorlar” deyip artlarına düşmüşler. Düşman, Türkler’i görünce birden dönmüş. Vuruşma başlamış. Türkler yenilmiş. Düşman, Türkler’i öldüre öldüre çadırlarına gelmiş. Çadırlarını, mallarını öyle bir yağmalamışlar ki tek kara kıl çadır bile kalmamış. Büyüklerin hepsini kılıçtan geçirmişler, küçükleri tutsak etmişler. O çağda Türkler’in başında İl Kağan varmış. İl Kağan’ın da birçok oğlu varmış. Ancak, bu savaşta biri dışında tüm çocukları ölmüş. Kayı (Kayan) adlı bu oğlunu, İl Kağan daha o yıl evlendirmiş. İl Kağan’ın bir de Tokuz Oguz (Dokuz Oğuz) adlı bir yeğeni varmış; o da sağ kalmış. Kayı ile Tokuz Oguz tutsak olmuşlar.
On gün sonra ikisi de karılarını da alıp, atlarına atlayarak kaçmışlar. Türk yurduna dönmüşler. Burada düşmandan kaçıp gelen develer, atlar, öküzler, koyunlar bulmuşlar. Oturup düşünmüşler: ”Dört bir yan düşman dolu, dağların içinde kişi yolu düşmez bir yer izleyip yurt tutalım, oturalım” diye karar almışlar. Sürülerini alıp dağa doğru göç etmişler. Geldikleri yoldan başka yolu olmayan bir yere varmışlar. Bu tek yol da öylesine sarp bir yolmuş ki deve olsun, at olsun güçlükle yürürmüş; ayağını yanlış yere bassa, yuvarlanıp paramparça olurmuş. Türkler’in vardıkları ülkede akarsular, kaynaklar, türlü bitkiler, yemişler, avlar varmış. Böyle bir yeri görünce, ulu Tanrı’ya şükretmişler. Kışın hayvanlarının etini yemişler, yazın sütünü içmişler. Derisini giymişler. Bu ülkeye ”Ergenekon” demişler. Zaman geçmiş, çağlar akmış; Kayı ile Tokuz Oguz ’un birçok çocukları olmuş. Kayı’nın çok çocuğu olmuş, Tokuz Oguz ’un daha az olmuş. Kayı’dan olma çocuklara Kayat demişler. Tokuz’dan olma çocukların bir bölümüne Tokuzlar demişler, bir bölümüne de Türülken... Yıllar yılı bu iki yiğidin çocukları Ergenekon’da kalmışlar; çoğalmışlar, çoğalmışlar, çoğalmışlar. Aradan dört yüz yıl geçmiş. Dört yüz yıl sonra kendileri ve süreleri o denli çoğalmış ki Ergenekon ’a sığamaz olmuşlar. Çare bulmak için kurultay toplamışlar. Demişler ki: ”Atalarımızdan işittik; Ergenekon dışında geniş ülkeler, güzel yurtlar varmış. Bizim yurdumuz da eskiden o yerlerde imiş. Dağların arasını araştırıp yol bulalım. Göçüp Ergenekon’dan çıkalım. Ergenekon dışında kim bize dost olursa biz de onunla dost olalım, kim bize düşman olursa biz de onunla düşman olalım”... Türkler, kurultayın bu kararı üzerine, Ergenekon ’dan çıkmak için yol aramışlar; bulamamışlar. O zaman bir demirci demiş ki: ”Bu dağda bir demir madeni var. Yalın kat demire benzer. Demirini eritsek, belki dağ bize geçit verir. Gidip demir madenini görmüşler. Dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür dizmişler. Dağın altını, üstünü, yanını, yönünü odun-kömürle doldurmuşlar.
Yetmiş deriden yetmiş büyük körük yapıp, yetmiş yere koymuşlar. Odun kömürü ateşleyip körüklemişler. Tanrı ’nın yardımıyla demir dağ kızmış, erimiş, akıvermiş. Bir yüklü deve çıkacak denli yol olmuş. Sonra gök yeleli bir Bozkurt çıkmış ortaya; nereden geldiği bilinmeyen Bozkurt gelmiş, Türk’ün önünde dikilmiş, durmuş. Herkes anlamış ki yolu o gösterecek. Bozkurt yürümüş; ardından da Türk milleti Ve Türkler, Bozkurt’un önderliğinde, o kutsal yılın, kutsal ayının, kutsal gününde Ergenekon’dan çıkmışlar. Türkler o günü, o saati iyi bellemişler. Bu kutsal gün, Türkler’in bayramı olmuş. Her yıl o gün büyük törenler yapılırmış. Bir parça demir ateşte kızdırılırmış. Bu demiri önce Türk kaganı kıskaçla tutup örse koyar, çekiçle dövermiş. Sonra öteki Türk beğleri de aynı işi yaparak bayramı kutlarlarmış.
Ergenekon’dan çıktıklarında Türkler’in kaganı, Kayı Han soyundan gelen Börteçine (Bozkurt) imiş. Börteçine bütün illere elçiler göndermiş; Türkler’in Ergenekon’dan çıktıklarını bildirmiş.
'Taa ki, eskisi gibi bütün iller Türkler’in buyruğu altına gire' diye haber salmış. Bunu kimi iyi karşılamış, Börteçine ’yi kagan bilmiş; kimi iyi karşılamamış, karşı çıkmış. Karşı çıkanlarla savaşılmış ve Türkler hepsini yenmişler. Türk Devleti’ni dört bir yana egemen kılmışlar..."
Ergenekon’dan çıkış ile aynı güne denk geldiği için kutlanan Nevruz Bayramının, bugün pek çok Türk topluluğunda çeşitli adlarla kutlanmakta olduğunu biliyoruz.
Nevruza; Saha Türkleri "Isıah", Başkurtlar ve Kazan Tatarları "Saban Toy", Kazaklar,Özbekler, Azerbaycan Türkleri ve Türkmenler "Nevruz Toy" adını vermişlerdir. Türk Cumhuriyetlerinin, SSCB’nin yıkılması ile birlikte birer birer bağımsızlıklarına kavuşmalarıyla, Nevruz Bayramı Türk Dünyasında ortak bir bayram olarak kutlanmaya başlamıştır. Böylelikle; yaklaşık 1000 yıldır ayrılmış olan Türkleri, bu bayram birleştirmektedir. Selçuklular ve Osmanlı Devleti dönemlerinde de her yıl kutlanan Nevruz Bayramı, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda ve sonrasında Atatürk tarafından da, Başkent Ankara’da kutlanmıştır. Atatürk 'ün vefatı ile birlikte bu kutlamalar unutulmaya yüz tutmuştur. Ancak, Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını ilan ederek Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile diplomatik ilişkiler kurmaya başlamalarıyla yeniden parlamış ve süreklilik kazanmıştır.
Hiç bir eğitim almamış olmasına ve okuma yazma dahi bilmemesine rağmen "Boğaç Han Destanı"nı 40 yıl önce bizlere anlatarak bir nevi Ergenekon 'dan çıkışımıza destek veren "Simitçinin Karısı"nı gözlerim dolu bir vaziyette saygı, sevgi ve şükranla anıyorum... Ve ruhunu varlığımla sınırlı olmasına rağmen ebedi istirahatgahı olan sol yanıma yatırıyorum.
Ve ben bir siyasetçiyim... Bu yıl ki Ergenekon Bayramını erteleyerek, 16 Nisan 'da Türk Milleti 'nin sandıklardan çıkaracağı "HAYIR" mesajı ile kutlayacağımı okurlarıma ve aynı zamanda da kamuoyuna deklere ediyorum...
Kimse kusura bakmasın; bu olayın kod adı Ergenekon ve Ergenekon' dan çıkışın parolası da "Simitçinin Karısı"...
Dönem itibariyle her ne kadar Yaşar Kemal 'in dediği gibi;
"Bindiler de çektiler gittiler, o iyi insanlar, o dünya güzeli atlara.. O yiğitler, o her birisi kaplan örneği şahinler, o ceren gibi atlara bindiler de başlarını aldılar gittiler. Bir daha, bir daha hiç gelmeyecekler. Hiç, hiç, hiç! Demirin tuncuna, insanın piçine kal"mış olsak da; 16 Nisan'da Milletçe hep birlikte kutlayacağımız, Ergenekon Bayramımız şimdiden "HAYIR"lı olsun...