Sıkıldım, çok sıkıldım. Çok zeki bir insan değilim, çok bilgili de değilim, belli bir süzgeçten geçirilmiş denekler içinde ortalamanın altında kalabilirim. Ortalamanın altında olabilirim. Bundan yerinmem; “ne ka para, o ka köfte” hesabı, kendimize vermiş olduğumuz emeğin neticesiyiz sonuçta… Meraklıyım, araştırmacıyım, hemen hemen hangi konu olursa olsun, en azından bir göz atar, bu arada da pek ayırmadan ne bulursam okurum.
Dokuma işçisi bir babanın beş çocuğundan biriyim. Sekiz yaşında çalışmaya başladım, şimdi elli iki yaşındayım. Ne sekizime kadar rahatım oldu, ne de sekizimden elli ikime kadar... Çok önemli değil, olduğu kadar, olmadığı da zaten bizim yarattığımız kader... Değil mi?
Şu an için geldiğimi nokta itibarıyla yaşadığım hayat; bana, "bin beş yüz yaşındaymışım" gibi hissettiriyor.
Çok sıkıntılar gördüm, yaşadım.
Hayatım, gereksiz kavgaların içinde geçti. Bu kavgaların içindeyken gereksizliklerini hissediyor, akılcı fakat cılız itirazlarımla gereksizliklerini vurguluyordum. Bu gereksiz kavgaları edenler de, ne yazık ki en yakınlarımdı. Ve ister istemez, ben de, zaman zaman kendimi bu kavgaların içinde buluyordum ve ister istemez de taraf oluyordum.
Öyle ilginç ki; kadere dönüştürülmüş alışkanlıklar içinde, beyhude bir hayat sürüyor insanoğlu... Neyse ki; “maalesef malzeme buydu” ve biz de bebeliğimizden beri elimizdeki ile yetinmeyi öğrenmiştik. Şimdi bu genel durumu izah etmek için diyorum ki; pazardan ıspanak alıp getirdiğiniz mutfaktan, patlıcan kebabı yemeğinin çıkmasını bekleyemezsiniz. Pazardan ıspanak aldıysanız, sofrada ıspanak göreceksiniz ve el mahkum ıspanak yiyeceksiniz.
Bulunduğum şartları hiçbir zaman kabul etmedim ama gelgelelim şartları değiştirmek için de herhangi bir şey yaptığım söylenemezdi.
Çalıştım… Çalıştım… Çalıştım…
Hiçbir zaman sadece kendimi kurtarmayı düşünmedim ama korumayı düşündüm. Kendimin ve ailemin ortalama bir hayat yaşayabilmesi için çok yoğun bir mücadele verdim. Çok yoğun mücadele vermemin temelinde; kimsenin malında, mülkünde, kesesinde, mevkisinde, makamında, namusunda, şerefinde, haysiyetinde gözümün olmaması yatmıştır. Çalmadım, yalan söylemedim, harama uçkur çözmedim. Namuslu yaşamak zordur, ben de zoru seven bir adamımdır. Etrafımızda, en yakınımızda aşağılık diye nitelendirebileceğimiz çok insan var. Bunu bildiğiniz zaman zorunlu olarak bariz bir “yalnızlaşma” durumunda kalıyorsunuz. "Yalnızlık Tanrı'ya mahsustur" diye bir söz vardır bilirsiniz. Bu hayat, insanı Tanrılaştırıyor sanki...
Tabi ki insanın Tanrı olabilmesi söz konusu değil… Lakin bu da “mış gibi davranmasına” engel değil…
İki tip Tanrı rolü oynayan insan cinsi var.
Bunlardan biri; hırsız, uğursuz, onursuz, şerefsiz, haysiyetsiz olup, toplumun önünde, üstünde bir güç odağı olmuş ve bu durumu pervasızca kendi ve ailevi menfaatleri için kullanan “Tanrı rolü oynayan insan cinsi”...
Diğeri de; yaşananları görüp, inzivaya çekilip, suya sabuna yalnızca elini ve bedenini temizlemek için dokunan, ruhunun kirlenmemesi için insan toplulukları ile diyaloglarını mümkün olduğunca minimum seviyeye çeken, tüketmenin her türlüsünü reddeden “Tanrının kendisini oynaması için rol verdiği insan cinsi”... Yürüdüğümüz yol meşakkatliydi, dostlar... Önümüzdekiler son yol levhaları gibi sanki…
Birinci taraf, sağa giden yol...
İkinci taraf, sola giden yol...
Tercihim netleşiyor...
Dostlarım beni sol tarafta ve sol taraflarında konumlandırsınlar...
Yalnızlığa giden bir yol çizmek istiyorum kendime…
Dilimde eskilerden bir şarkı var; "Elbet bir gün buluşacağız, bu böyle yarım kalmayacak"...