Bir tatil günüydü, yakın arkadaşım İbrahim ile birlikte evlerinde, karnımız acıkmış olacak ki demlediğimiz çayın yanında bir kalıp beyaz peynir, bir öbek tereyağı, bir kap zeytin, atıştırmalık küçük bir yer sofrası kurmuştuk.
Evleri iki katlı idi. Kot farkı nedeniyle evin ön kısmına doğru boş kapalı, sol tarafı garaj olarak kullanılan bir betonarme merdivenlikten sonra, küçük balkon gibi bir alanın sağ tarafından zemin kata ve zemin katın önünde binanın dışında bulunan merdivenden birinci kata ve devamında terasa çıkılıyordu. Ev şu an bile hala yerli yerinde duruyor. Biz birinci katın girişinde bulunan ortadan ikiye bölünmüş salon odada çayımızı içmeye ve atıştırmaya başlamıştık ki; inanılmaz bir olayla karşılaştık ve olay karşısında şoka girdik desem de yeridir yani...
Bulunduğumuz odada, karşımıza denk gelen masanın üstünde, büyükçe, içinde yavru balıkların olduğu bir kavanoz vardı. Balık yavrularını Küçük Kumla ile Büyük Kumla arasındaki dereden yakalıyor sonra da akvaryumda veya kavanozda onlara bakmaya çalışıyorduk. Çocukluk mu, ergenlik mi neden kaynaklandığını bilmiyorum tabii ki ama yaptığımız iş, bugün için o kadar gereksiz bir iş ki anlatamam. Neyse; o kavanozun tam dibi; yaklaşık 6 santimetre en, 3 santimetre de yarıçap ölçüsü gibi yarım ay şeklinde patlamış ve o patlayan yerden de tazyikli bir şekilde yavru balıklar, kavanozun dibindeki kumlar, bir iki yosun parçası suyla birlikte adeta bir çağlayan gibi salonun ortasına boşalmaya başlamıştı. Tabi biz neye uğradığımızı şaşırmış bir vaziyette iken tam bu sırada da arka odalarda oturan arkadaşımın babası da kapalı vaziyette olan bizim odanın kapısını açıp manzarayı görmesin mi, yandı keten helva… Arkadaşımın babasına Muzaffer Amca diyorum ben; babamın asker arkadaşı ve mahalleden de çok eski arkadaşı, dostu… Muzaffer Amcamın kapıyı açıp manzarayı görmesi ile bize ‘sizin akvaryumunuzun da sizin de …….’ diye saydırması ile malum bizim kafalar eğildi, boyunlar büküldü tabii ki…
Hakikaten ama nedir yani, git Kumla'dan yavru balıkları suyla beraber torbalara doldurarak Bursa'ya getir, sonra hayvancağızları akvaryumda, kavanozda bakmaya çalış. Hayvan sevgisinin tavan değil de dip yapmış hali… Tabii ki; o güne kadar ve o günden sonra da ne kadar sayıda getirdiysek, bu kazaya uğrayanlarla birlikte, bütün yavru balıklar ölmüştü. Hepsi Kefal veya tatlı su balıklarının yavruları, doğadan kopuk durağan sularda yaşayabilmeleri mümkün değil ama dedim ya işte 'çocukluk mu, ergenlik mi neden kaynaklandığını bilmiyorum' diye… Neyse Muzaffer Amcamdan çocukluğumuzda bütün büyüklerimizden sık sık yediğimiz gibi fırçamızı yemiş ve rahatlamıştık o zaman da biz…
Bu anımız yazımın giriş bölümüydü; şimdi ise efsane Muzaffer Amcamın hikayesine başlıyorum… Muzaffer Amcam; dediğim gibi babamın asker arkadaşı, mahalleden komşusu, arkadaşı, yakın dostu… O zamanlar Çancılar 'da olan Vergi Dairesi ‘nde gece bekçiliği yapıyordu. Çok uyku ile arası olan bir adam değildi. İlginç bir karakteri vardı ve birçok hadiseye de çok farklı yaklaşımları vardı.
Yukarıda da bahsettiğim derenin kenarında bulunan evi için, bir gün mahallenin ana caddeye yakın, Kartal Spor Kulüp Lokali'nin karşısındaki aralığa iki tane dolmuş çekmişlerdi. Dolmuşların sahibi ‘iki dolmuşu vereyim, evi alayım’ dedi. Muzaffer Amcam ‘bunların altından rüzgar geçiyor, olmaz’ dedi ve kestirip attı, konuyu kapattı. Bütün herkes yaşanan mevzua şaşırdı. Evin bugünkü değeri 150 bin lira ederse, şu an da iki dolmuşun değeri sanırım 2 milyon liradır. Bu olay böyle kısa bir süre de yaşandı ve bitti.
Biz yakın arkadaşımla genelde hiç ayrılmadığımız için, nasıl o benim ailemin bir ferdi gibi ise ben de onların ailenin bir ferdi gibiydim. Bizim aileye nazaran onlar daha fazla gezerlerdi ki; çocukluk dönemimizde Muzaffer Amcamın 55 model bir Chevrolet ‘i vardı. Hafta sonları köylere, mesire yerlerine, gezmelere falan gittiklerinde beni de götürürlerdi. Chevrolet ile çok hatıralarımız vardır herhalde ama ben o zaman acaba yaş olarak çok mu küçüktüm bilmiyorum ve de hemen hemen hiç bir şey de hatırlamıyorum.
Daha sonra; koyu yeşil renkli, steyşın bir Reno almışlardı. Reno ile ilgili maceralarımızı hatırlıyorum ama… Arabayı büyük oğlu Muzaffer Abim kullanıyordu. Muzaffer Amcam nasıl olduğunu bilmiyorum, hikayesini de hiç dinlemedim ama ilk oğlunun adını da Muzaffer koymuş. Hanımını çok erken kaybetmişti, arkadaşım küçük yaşlardan beri annesiz büyümüştü. Daha sonraları Muzaffer Amcam evlilikler yaptı, oldu olmadı. En son evliliğinin sıkıntılarını arkadaşım şu an da hala yaşıyor. Özel konulara girmeyeceğim.
Koyu yeşil renkli Reno ile çıktık bir gün... Gemlik ‘in Umurbey Köyüne gidiyoruz. Engürücük'ten aşağıya ineceğiz, daha inişe geçmeden bir araba, arkamızdan hareketler yapıyor, sağımıza geçiyor, solumuza geçiyor, bizim arabaya çok yaklaşıyor, tabii ki bu davranışları Muzaffer Abimi geriyor. O da çok agrasif ve olağanüstü araba kullanırdı. Bayağı bir yol verme, vermeme mücadelesi oldu, sonrasında Muzaffer Abim arkadan gelen arabaya yol verdi, araba yanımıza yanaştı. Camı açıp, aklı sıra bize afra tafra yapacak ama Muzaffer Amcam arka camı onlardan önce açtı, belinden beylik tabancasını çıkarmıştı ki arabaya doğru tuttu, öbür arabadaki vatandaş camı açmaya başlamıştı ki açmasıyla kapatması bir oldu ve o andan itibaren de yanımızdan gazı kökleyerek kaçmaya delik aramışlardı. Eski insanlarımız genelde sakin oldukları kadar onların çok deli tarafları da vardı, biz bunları birebir yaşadık…
O maceradan sonra Umurbey'e, zeytinliklerin arasında bulunan yolundan, yamacı tırmanarak giriş yaptık ki merkeze yaklaşırken sağda bir evin önünde durduk, arabayı park ettik, indik, evin kapısını çaldık, kapı açıldı, içeriye girdik. Girişte; her zamanki gibi köy evlerinin girişinde bulunan avludaki masanın etrafında bir oturduk, 'hoş geldin, beş gittin, nasılsın, iyi misin, iyiyim, sen nasılsın, ben de iyiyim' muhabbetleri yapıldı. Hemen bu muhabbetlerin ardından tahminime göre köy evinin insanlarından, fakat sanırım Almancı olan bir adam Muzaffer Amcama kendisi ve annesi arasındaki bir sıkıntısını ağlayarak anlatmaya başladı. Muzaffer Amcam 'ağlama, üzülme hallederiz şimdi' dedi. Adam Muzaffer Amcama 'bu iş için size ne kadar ödeyeceğim' dedi. Ben çocukluk aklımla, o gün için 1 milyon 500 bin lira ister diye aklımdan geçirmiştim ki; Muzaffer Amcam adama '15 milyon lira' dedi. Tabi ben burada da bir şok yaşadım, bana göre istediği para efsane bir paraydı. Neyse vatandaş ödemeyi kabul etti ve bunun üzerine bizi evin içine, salona aldılar. İçerde de oturma düzeni alınınca ev halkı Muzaffer Amcama; işte bu kimdir, şu kimdir falan şeklinde merak ettikleri için bizleri sordular. Muzaffer Amcam, oğulları Muzaffer Abiyi ve arkadaşım İbrahim’i, 'oğullarım' diyerek tanıttıktan sonra bana sıra geldiğinde, benim için de ‘evlatlarımdan ayırmam, o da benim oğlumdur, arkadaşımın oğlu, ağırlığınca altın eder, kimselere değişmem, pırıl pırıl efendi bir çocuktur’ dedi. Beni daha önce ve daha sonra aynı ifadeyi kullanarak çok tanıtmıştır. Ne yalan söyleyeyim benimle ilgili çok onur duyulacak bir anlatımı vardı ve ben de bu anlatımından büyük keyif alıyordum. Gerçi bizim arkadaşım İbrahim ile karakterlerimiz çok benziyordu; ikimizde sessiz, sakin, içe kapanık, sinirlendiğimizde falan da çekilemeyecek kadar cins olabilen çocuklardık.
Şimdi bombayı patlatayım, zamanıdır.
Muzaffer Amcam Bursa'da ve yakın illerde ‘Cinci Hoca’ diye lakap yapmıştı. Aslında bu lakap ile anıldığını da ben çok sonraları öğrenmiştim. Bu işlerle uğraştığını çok iyi biliyordum ama... Cuma gününü Cumartesi'ye bağlayan gecelerde ve yine cumartesi gününü pazara bağlayan gecelerde sabahlara kadar muska yazardı. O muskaları özel kağıtlara, özel mürekkeplerle ve binlerce dualar okuyarak yazdığını hatırlıyorum. Büyü kitapları vardı, bir ara o kitaplarına göz atmıştım. Şimdi o kitaplara sahip çıkmadığımız için arkadaşıma arada sırada sitem ediyorum, ‘nasıl oldu da kıymetini bilmedik, kayboldu gittiler’ diye de dövünüp duruyorum. Ne yapacaksın büyü kitabını diyeceksiniz, ya bunlar bizim yaşamış olduğumuz gerçekliklerin belgeleri, kanıtları… Geçmişimize ait bu tür şeyleri muhafaza ediyor olmayı önemsiyorum ben. 'Bunu yaşadık, bak bu da kanıtı işte' diyebilmeli insan diye düşünüyorum.
Müsait olursanız İstanbul Haliç ‘de Rahmi Koç Müzesini gezmenizi öneririm, mazi nedir, nasıl yaşatılır, nasıl korunur tanık olursunuz. Ben çok zengin olmanın ne işe yarayabileceğine Rahmi Koç Müzesini gezdikten sonra kanaat getirdim, böyle müzeler oluşturmak için aşırı derecede zengin olunabilinir bence…
Konumuz dağılmasın. Bizi salona aldılar, salonda da konuşma faslı tamamlandı. Muzaffer Amcam bir bardak su ve de orta da bulunan sehpanın üstünün örtülmesini istedi... Su dolu bardağı, üzeri beyaz bir örtü ile kaplanan sehpanın üstüne koydu. Muzaffer Abim dizlerinin üstüne çökerek, su dolu bardağı üzerinden görebilecek şekilde sehpanın dibine yerleşti. Muzaffer Amcam ‘tamam mısın Muzaffer’ dedi, Muzaffer Abim de ‘tamamım’ dedi. Muzaffer Amcam, dudaklarını oynatmasından anladığım kadarıyla dua okumaya başladı ki; bu arada da Muzaffer Abim bardaktaki suya odaklanmış, dikkatle bakıyordu. 2-3 dakika dua okuduktan sonra; Muzaffer Abim ‘geldiler baba' dedi, '3 kişiler, önde padişahları var, o beyaz bir ata binmiş, arkadakilerin atları doru’ dedi. Muzaffer Amcam ‘hoş geldiniz de oğlum, buyursunlar’ dedi. Muzaffer Abim ‘hoş geldiniz, buyurun’ dedi. Arada konuşulan birkaç tane daha karşılama sözleri olabilir, onları hatırlamıyorum ama çok kısa bir süre sonra Muzaffer Amcam, Muzaffer Abime ‘sor bakalım evladım', Almancının annesinin adını vererek '…….. oğlu ……. Annesiyle ilgili bir sıkıntısı varmış, neden kaynaklandığını bize bir söylesin’ dedi. Muzaffer Abim de cinlerin padişahının ‘evet böyle bir şey oldu, nasıl yaşandığını gördüm, bunu ……………. şeklinde hareket ederek düzeltebilir, öyle hareket etsin ki ben onun işini kolaylaştıracağım’ dediğini söyledi. Muzaffer Amcam da 'tamam oğlum söyle ona bu işi çözsün' dedi ve böylece suya bakma seremonisi tamamlanmış oldu...
Şimdi ben Muzaffer Amcamı da, Muzaffer Abimi de çok iyi tanıyorum; bu bir tiyatro olsa, onların bunu oynayabilecekleri bir karakter yapıları yok. İşe ben bile şaşıyorum ki; ev halkı, ne yapsın... Muzaffer Amcam, o anda haşa ‘ben peygamberim’ dese, belki de millet inanacak.. Bu mevzu, bu haliyle kapandı benim dimağımda, çünkü sonraki gelişmeleri bilmiyorum.
Büyü ve büyücülük dinimizce yasaklanmıştır. Bizler, her daim iyi işlerle meşgul olmaya, kötü davranışlardan uzak durmaya dikkat edelim. Yaşanıp bitmiş konuları da Allah’a havale edelim, abuk sabuk konuşup şirke de düşmeyelim.
Muzaffer Amcamı da Muzaffer Abimi de kaybedeli çok oldu. İkisi de sanki isimleri gibi, ölüm öncesi hastalık süreçlerinde, hemen hemen aynı kaderleri paylaşarak, bu dünyadan göçüp gittiler. Onlar benim insanlarımdı ve ben onları her halleri ile seviyordum. İyilikle ve güzel hislerle onları anıyorum; her ikisi için de 'Allah günahlarını affetsin, rahmetini esirgemesin, mekanları cennet olsun inşallah' diye de dualarımı ediyorum... Bilhassa benim çok yakından tanımış olduğum geride bıraktıkları insanlara da sağlıklı, huzurlu ve mutlu ömürler diliyorum...
Söz uçtu uçtu ve uçarken biraz fazlaca ileri gidince de yazıya dönüştü...
Dönüşsün... Dönüşsün ki; bizden sonra yaşayanlara kalabilsin anılarımız...
Kim bilir; belki bu anılarla birlikte, bakarsınız birgün bizler de anılırız...