Hatırlayanlarınız olacaktır mutlaka... Fareli Köyün Kavalcısı diye bir hikaye vardı. Dünyaca ünlü bir eser olan Fareli Köyün Kavalcısı kitabının kısa özeti aşağıdaki gibidir; "Yıllar önce ülkenin birinde küçük bir köy varmış. Köyün kenarından büyük bir ırmak geçiyormuş. Bu köyün toprakları çok verimliymiş. Tarlalarda, topraklarda yetiştirdikleri sebzeleri ve meyveleri satan bu köy halkı çok zenginmiş zengin olmasına ama bir de kusurları varmış. Kendilerinden başkalarını düşünmezlermiş. Üstelik de cimri ve aç gözlülermiş. Kendi çıkarları için her şeyi yaparlarmış. Bu köyün sözü geçen kişileri de çok aç gözlü ve cimriymiş. Parayı çok severlermiş. En zor durumlarında bile harcamaktan çekinirlermiş. Köyde mağazası olanlar sattıkları malların fiyatlarına durmadan zam yapıyorlarmış. Köylülerin hepsi daha çok para kazanmak için en olmadık şeyler yapıyormuş. Cimri ve açgözlü köylüler gün geçtikçe çoğalan paralarını sayarak hoşça zaman geçiriyorlarmış. Bütün masraflarını azaltarak daha çok para biriktireceklerini düşünüyorlarmış. Bir ara köylülerden biri "Arkadaşlar artık kedi ve köpek beslemeyelim. Onların yiyecekleri için harcadığımız paraları biriktirelim. Böylelikle daha fazla paramız olur" demiş. Adamın bu düşüncesi tüm köy halkının hoşuna gitmiş. Bir sabah erkenden kalkıp ellerine geçen kazma kürek ve sopalarla zavallı hayvanları hem dövmüşler ve hem de kovalamışlar. Neye uğradıklarını şaşıran kedi ve köpekler de köyü terk etmişler.
Bunun üzerine çok geçmeden köyü bir fare sürüsü kaplamış. Bu fareler kapıları dolapları, kitapları, makinelerin lastik ve plastik kısımlarını kemiriyorlarmış. Bu sırada köye bir yabancı gelmiş, "Sizi bu farelerden kurtarırım ama benim bir isteğim var, bana bu yaptığımın karşılığında yüz altın vereceksiniz" demiş. Köylü de "Tamam" deyip, bu teklifi kabul etmiş. Yabancı kavalı çala çala bütün sokakları gezmiş ve denize doğru gitmiş. Yabancı kendini denizin sularına atmış, onun ardından fareler de denize atlamışlar ve fareler denizde boğularak ölmüşler. Kavalcı parayı almak üzere köylülerin yanına gitmiş, köylüler ona bir altın vereceklerini söylemişler. Kavalcı çok kızmış ve yine kavalını çala çala gitmiş. Fakat bu sefer kavalcının ardından köyün çocukları gitmiş, kavalcı ve köyün çocukları bir kapıdan girip kaybolup gitmişler. Güya gittikleri yer mutluluk ülkesiymiş. Kayıp çocuklar orada cimri ve aç gözlü bir hayat değil güya mutlu bir hayat sürmüşler."
Bazı arkadaşlarımın "Yine bize masal anlatıyorsun" diyeceklerini duyar gibiyim. Olsun, ben yine de masal anlatmaya devam edeceğim.
Şimdi şu yukarıdaki masalı günümüze uyarlayalım mı ?
1938 'den sonra ülkemiz yavaş yavaş yönetilemez duruma gelmeye başlıyor... Ta ki 2002 yılına kadar. Millet canından bezdiriliyor.
Kısacası; bir nevi ülkemizi fareler basıyor. Daha sonra diğerlerine benzemeyen bir adam gelip vatandaşa "Sizi bu düştüğünüz durumdan kurtarırım lakin ben de bunun karşılığında sizden Karun 'un hazineleri kadar değerli bir servet isterim" diyor. Canından bezmiş vatandaş da bu adama "Tamam" diyor ve giriş bölümü bu şekilde başlayan hikaye inanılmaz boyutlara ulaşarak devam ediyor.
Adam ülkenin bütün değerlerini bir sağa bir sola savuruyor. Vatandaşın aklını başından alıyor. Bu adam kaval çalmıyor ama güzel konuşuyor. Enstrüman gibi kullandığı konuşması ile büyülediği bütün kitleyi peşine takıyor ve denize değil de "Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete" sözündeki kıyamete doğru götürüyor. Bu hizmetinin karşılığında aklı alınmış vatandaşın bütün servetini de alıyor. Vatandaşın pazarlık yapabilme durumu bile kalmıyor. Züğürt vatandaş önce varlıklarını kaybediyor daha sonra da adamın ardından ufukta kaybolup gidiyor.
Kaybolan vatandaşları arayanlar yolda karşılaştıkları kişilere soruyorlar, "Kaybolanları gördünüz mü" diye... Kaybolanları sordukları kişiler, işin doğrusu adamın enstrüman gibi kullandığı konuşması ile büyülenmeyen kitle; "Öyle güzel konuşuyordu ki; konuşması ile bize sıcak lavaş ekmeği ve tereyağı verecek sandık ama işimize gücümüze daldığımız için sonradan fark ettik ki peşine takılanlarla beraber gözden kayboldu, öyle sanıyoruz ki başka bir aleme gittiler" diyorlar. Biz şimdilik bizim modern zamanların ilginç masalını burada bitirelim.
Rahmetli babam dinlerdi, güzel bir türküdür, "Makaram sarı bağlar, kız söyler gelin ağlar". Şimdi yazıyı okuyup çıldıranda olacaktır ama benim adım "İsmail", babamın adı "Mehmet"... Adı "İsmail" olup da baba adı da "Mehmet" olan yüzlerce insan vardır. Beni onlardan ayıran özellikleri yazmaya kalksam yazı çok uzayacağı için okunacak olmaktan çıkar. Kıssadan hisse ben diğerleri ile benzerlikleri olan lakin tamamen farklı bir insanım. Kendime ait inancım, düşüncelerim olacaktır. Buna "Allah" engel olmak isteseydi, "Ol" der oldururdu değil mi ? Dolayısıyla O 'nun özgür bıraktığı bir insan olarak "benim kimseye boyun eğecek" halim de yok doğrusu.
İnsanları da hayvanları da etkileyebilecek olan olumsuz kaval sesine de insan sesine de karşıyım. Ne kaval sesinin peşinden ne de insan sesinin peşinden gidecek durumum yoktur.. İnançlarım, ilkelerim, ideallerim vardır, onların peşinden giderim amma velakin kaybolacak kadar da kendimden geçmem.
"Davulun sesi uzaktan kulağa hoş gelirmiş" demiş atalarımız ki o yüzden; uzağımızda olan kimseler, bizim bu davulun gürültüsü içinde çektiğimizin farkında değildir. Mazlum durumuna düştük kendi toprağımızda... Eee "Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste" de demiş atalarımız...
Bu kaval, hitabet, davul işleri bir yana...
Vatan, millet, bayrak sevgimiz, ülke olarak tam bağımsızlığımız, kişisel hak ve özgürlüklerimiz, adalet, evrensel hukuk, erklerin ayrılığı, Gazi Meclisimiz, Atamıza, örfümüze, töremize, geçmişimize bağlılığımız bir yana...
Gelecekle ilgili ülkümüz, düşüncemiz, umutlarımız da bir yana...
Bizler yana yana geldik bu günlere, yana yana da gideceğiz yarınlara...
Yazıya bak; vallahi masal gibi, rüya gibi, hayal gibi oldu...
Hayırdır inşallah...
"Hayırdır" deyince bak aklıma düştü işte..; Baştan bir "hatırlatmış gibi olmayayım" dedim ama yine de hatırlatmadan da rahat edemedim ve bağlıyorum; "Bağlamada Arif Sağ mevzuu" girişi ile Anadolu insanı 16 Nisan'da sazı eline bir alsın bakalım... Kimin, kimin peşine takılacağını, gösterir bize... Saz bizim geçmişimizdir. Ne dedik; geçmişimize bağlılığımız bir yana, geleceğimizle ilgili umutlarımız bir yana.. Anadolu insanının sazının çıkardığı sesin ardına el mahkum hepimiz düşeceğiz..
"Hamdım, piştim, yandım" diyor Mevlana... Bizde hamdık, piştik, yandık...
Yeri geldi; güzel günler gördük, yeri geldi şerrin içine düştük; Dert ettik, etmedik lakin bildik ki; "Her şerrin sonunda bir hayır vardır.."
O yüzden; biz de en sonunda söylenecek olan sözü, en başında söylüyoruz işte; "HAYIR.."